23 Mart 2010 Salı

İstanbul simiti

İstanbul simidini ilk ne zaman tatdım? Simit dedinilince simitçi tablası ya da camekanı gözümün önüne gelmiyor ilk hatırlamada. Doğrudan simitin tadı ile ilgili bir hatırlama sarıyor her defasında. Sanıyorum Ömerli'deki o küçük köy evine getirmişti babam İstanbul'a hafta sonu işinlerinden birinde. Dört yaşımın boyutlarına göre çok iri bir halkası vardı İstanbul simitinin. Kendimden büyük bir şeyi ısırıyordum sanki.Simitin o baş döndürücü fırın ve susam kokusu bütün genzimi dolduruyordu. Çok derin gizli bir tad duygusu oluşuyordu dilimde damağımda.Istanbul simiti kadar istekle, tutkuyla yiyebildiğim çok az şey 0lacaktır hayatımda. Bir de bir vapurun güvertesinde simit yerken hatırlıyorum. Boğaziçi'nin o ünlü dilenci vapurlarından birinde olmalı idik ailece. Dolmabahçe sarayının önünden vapurun uzun uzun geçişini ,sarayın duvarlarında oynaşan deniz suyunun yansımalarını çok belirgin hatırlıyorum simit yerken. Vapurun inilemeyen alt katında sarı mavi alevler çıkararak yanan bir buhar ocağını, kor ateşe kürekle kömür yetiştiren üstleri çıplak iki adamları da hatırlıyorum o Boğaziçi gezisinde. Babamın memuriyet tayinleriyle İstanbul'dan Bursa'ya, oradan Ankara'ya tayinleriyle şekillenen çocukluk ve gençlik yıllarımda simitle ilgim kesilmiş gibidir. Hatta İzmir'in gevrek denilen meşhur simidi ile hiç ilgilenmedim. Şimdi altmış yaşımdan sonra yine İstanbul'dayım. İstanbul simidi yine aynı tatı ve hazzı veriyor. Ne güzel