20 Mart 2009 Cuma

www.hepsiantep.com

http://www.hepsiantep.com/

13 Mart 2009 Cuma

Aziz Nesin

Kitapçı Remzi İnanç'ın dükkanı Ankara'da, Zafer Çarşısında idi. Otuz basamak merdivenle inilen bu mekan yer altında köstebek yuvası gibi dallı kollu garip bir yerdi. Kentlerin en değerli yerlerinde böyle gariplikler yaratmakta bizim belediyelerin eli tutulamaz. Sıhıye'de, Ordu evinin karşısındaki yeşil alanın altına inşa edilen bu garip çarşı üstündeki yeşilliği kurutmuştu. 1960lı yıllarda burada ferah bir çay bahçesi vardı. 27 Mayıs darbesi ile ordudan çıkarılan subaylar 21 şubat, 22 mayıs gibi askeri kalkışmaları bu çay bahçesinde planlamışlardı. O yeşil alanın darbeleri önlemek için kurutulduğu bile söylenirdi. Remzi İnanç'ın sahibi olduğu Toplum Yayın evi bu yeraltı mağarasının en dip yerindeydi. Bu daracık dükkan her zaman Remzi İnanç'ın ahbapları ile tıkış tıkış dolu olurdu. Ben de onlardan biriydim. Remzi İnanç, o yılların İşçi Partisi'nin faal bir üyesiydi. Sol içerikli kitaplar önce o dükkana sorulurdu. Remzi İnanç'ın ısmarladığı çayları içerken ne çok insanla orada rastlaşıp tanıştığımı şimdi hayretle hatırlıyorum. Enver Gökçe, Hasan Hüseyin, Ceyhun Atıf Kansu, Özdemir İnce,Metin Altıok, Veysel Öngören, Süreyya Berfe, şairlerden ilk aklıma gelenler. Yazarlardan Orhan Kemal, Orhan Asena, Aziz Nesin, Fakir Baykurt, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Melih Aşık. Tiyatroculardan Ayberk Çölok, Rana Cabbar, Erkan Yücel, Ve daha niceleri.
1972 yılının yaz ayları idi büyük ihtimalle, Remzi İnanç'ın dükkanına uğramıştım. Remzi İnanç,
çok hareketli sosyal yanı çok çeşitli biriydi. Yerinde duramayan bu insanın o daracık dükkanda nasıl olabildiğine inanamazdım. Dükkandaki dost ahbap hareketliliği ona dayanma gücü veriyordu. O gün de Remzi İnanç bir yere ateş yetiştirecekmiş gibi dükkandan çıkıyordu. "Sen dükkanda otur biraz", dedi bana "Aziz ağabeyi, Aziz Nesin'i alıp geleceğim."Sonra birlikte bir yere gideceğiz." Sonra çarşının dar koridorunda kayboldu. O yıllarda taksiye binmek gibi bir lüksü yoktu Ankaralı'nın doğumun, ölümün dışında. Remzi İnaç, epeyi bir zaman sonra kan ter içinde döndü dükkana. "Hacettepe Hastanesine gidiyoruz" dedi. Aziz Nesin'e bir şey mi olmuştu yoksa?
"Benim Diyarbakır Lisesinden edebiyat hocam var ya. İstanbul'da bir gece seni evine götürmüştüm. Selimiye'ye" Nasıl hatırlamam, dedim:"Evet Mustafa Hoca." "Hacettepe'de yatıyor şimdi,"dedi Remzi İnanç," Aziz Nesin'i ona götüreceğim. Sen de gelirsen iyi olur."Sorduğu şeye bak Remzi İnancın. Gelmez olur muyum? Aziz Nesin'le tanışacağim. Ama, o gün sanki sözleşmişler gibi kimse uğramadı dükkana. Remzi İnanç, Aziz Nesi'ni bekletme durumunda kalmaktan huzursuzdu. Her gün tıkış tıkış olan dükkan bu gün sus pus. Bir tanıdık çıkıp gelse ona devir edip çıkacağız. Dükkanın iş zamanı kapalı olması tatsız söylentilere yol açardı hemen. Söylenti hazırdır hep "Remzi İnanç yine göz altına alınmış". "Deme ya, daha önce de mahkumiyeti vardı onun. Vah vah!"Gel de, Aziz Nesin ile hastahaneye gitmek için kapattım dükkanı desin Remzi İnanç. Havadis varacağı yerlere varmıştır. Her neyse dükkan bana kaldı. Hevesim de kursağımda tabii. Remzi İnanç koşarak gitti Aziz Nesin'e. Sonradan öğrendiğime göre Diyarbakırlı edebiyatçı Mustafa Hoca'nın derdi şu imiş. Mustafa hoca ömrü boyunca roman yazmak itemiş. Emekli olunca yazarım diye yıllarca ertelemiş. Emekli olunca da önündeki beyaz kağıtlara bakmaya başlamış. Bir ay, bir yıl. Sonunda işin boyutu psikiyatri kliniğine kadar gitmiş. Remzi İnanç dükkanda 70. kitabını imzalayan Aziz Nesin'e edebiyat hocasının durumunu anlatıyor. Bunun üzerine Aziz Nesin Hastahanede emekli edebiyatçıyı ziyaret etmek istiyor. Benim gidemediğim hastahane ziyaret gerçekleşiyor. Aziz Nesin, emekli edebiyatçıyı teselli için diyor ki: "Hocam uzatma artık. ben yazdım da ne oldu?"

1 Mart 2009 Pazar

1966 yılı Ağustos ayının sonlarıydı. Devlet Konservatuarı tiyatro yüksek bölüm öğrencisiydim. Büyük Tiyatroda temsil edilen "Gök Taşı" adlı bir oyunla İzmir Furarında temsiller vermek üzere İzmir'e gitmiştik. Oyun İsviçreli "Dürennmat" adında çağdaş bir yazarındı. Özdemir Nutku Türkçeye çevirmiş, oyunu Şahap Akalın yönetmişti. Dekor ve kostümü Refik Eren ile Hale Eren yapmışlardı. İlginç bir kadrosu vardı oyunun:Tekin Akmansoy oyunun ana karekterini oynuyordu. Muammer Esi, Nurşen Girginkoç gibi tanınmış oyuncuların yanı sıra erkek oyuncuların çoğu o sırada "Yedeksubay Öğretmendiler.". Erol Amaç,Ejder Akışık,Zafer Ergin,Baykal Saran, Aktan Ünalp, Ankara'nın kenar semtlerindeki ilk okullarda öğretmenlik yapıyorlardı askelik bedeli. 27 mayıs ihtilali sonrası lise mevzunlarına böyle bir geçici hak tanınmıştı. Bu yarı asker oyuncuların dışında, oyunda Muzaffer Gökmen, Fikret Ergin, Erhan Ülkü, Tülay Artuk ve Gülseren Morgan da görevliydi. Öğrenci olarak bir ben vardım.
İzmir'e ikinci defa gidişimdi bu. 1964 yılında İstanbuldaki Arena Tiyatrosu ile Fuara turne yapmıştık. İkisi de İzmir'in sıcaktan bunaldığı aylara rastgelmişti. Dayanılır gibi değildi sıcaklar.
O yıllarda Efes Oteli yeni açılmış, kalburüstü bir kuruluştu. Bizler "Anba Oteli"inde ikişerli kalıyorduk. Benim oda arkadaşım Baykal Saran idi. Efes oteli bizlere yüzme havuzu içinserbest giriş kartıvermişti. Bu dünyalara bedel bir şeydi. O yılların en güzel havuzuydu Efes. Akvaryumluydu. Büyük akvaryumun önü Ameikan bardı. Havuzda yüzenler izleniyordu kafa çekerken. Ama bizlerin orada oturması maddeten imkansızdı. Bir kadeh içki parasıyla biz iki gün karnımızı pek ala doyurabiliyorduk. Havuza davet edilmemizin nedeni o günlerde televizyon olmadığı için radyoda olanpopülerliğimizdi. 50 milyonluk Türkiye bir tek radyo dinleyebiliyordu. Orada da bizim seslerimiz vardı. Erol Amaç ile Ejder Akışık karın doyuma konusunda becerikli organizatörlerdi. İkinci Kordondaki açıkhava köftecileri ile pazarlık ediliyor, kırık dökük masalarda çay bardakları ile rakı içiliyordu. Köfteciden kalktıktan sonra İzmir'in ünlü bar ve pavyonlarını gezmeye başlıyorduk. Ama paramız olmadığı için hiç bir pavyon bizi masalarına oturtamıyordu. "Arkadaşlara baktık", deyip çıkıyorduk yedi tane sap herif. İzmir pavyonlarının kızları çok güzeldiler. Zaten ya Yeşilçam'da artist oluyorlardı, ya da İzmir Kordonda konsimatrist. Fuar zamanı üzümü, inciri, zeytini satan Egel beyleri elli liralık
banknotlarla kızların sigaralarını yakıyorlardı.
Biz de "Gök Taşı" temsillerinde oyun gereği İsviçre Kronlarını bir sobada deste deste yakıp, bir ressamın kaldığı soğuk çatı katını ısıtıyorduk. Bir gece temsilden sonra Devlet Tiyatroları adına aksesuar olarak bastırılmış banknotlardan birer deste cebimize koyup kızlarında gözümüzün kaldığı Numune pavyona gittik. Bir masaya yedi sap herif kurulup iki şişe tekel birası ısmarladık. Çünkü üçüncü şişe biraya paramız çıkışmayabilirdi. Ama bu arada deste deste matbaa banknotlarını masaya atıp, "hesabı sen göreceksin, ben göreceğim" tatavası yapıyorduk. Pavyonun loş ışıkları her şeye müsaitti. Para oyununu iyice azıtıp bir deste parasına, paranın seri numarası tek mi çift mi oynamaya başladık. Pavyondaki garsonaların kızların gözü bizim masadaydı. Lavobaya gidip geldikçe pantolonlarımızın arka ceplerinden banknotlar sarkıyordu. Bir yandan şerefimizle iki şişe tekel birasına talim ediyorduk. Erol Amaç bir gece kızları masaya değil de, Fuardaki açıkhava tiyatrosuna çağırdı. Sevinçten deli oldu kızlar. Ama ertesi gün abartılarak bizim pavyondan kadın kaldırdığımızı, kadınları tiyatroya çağırdığımızı, taa Anakara'ya kadar jurnallanmıştı. Genelmüdürlükte bu konu konuşulmuş durmuş.
Açıkhava tiyatrosunun kulis kapısına kocaman bir uyarı ilanı asılmıştı.
"Kulise her ne adla olursa olsun yabancıların girmesi, davet edilmesi iç tüzüğün 76. maddesine göre yasaktır". İmzalı, kaşel duyuru Ankara'dan gelmiş asılmıştı kapıya.Bu işi kimin yaptığını tahmin ediyorduk. Ne yapalım? Biz de temsilden sonra kızlarla birlikte bir çay bahçesine gittik.
İzmir Tiyatrosunda dekor işçisi göçmen Yakuba Usta vardı. Mısır püskülü sarısı saçları, sonra iri maviş gözleri vardı ama kurbağa bakışlıydı. Karısına bizim için " bürek" açtırmış oyun sonrası sıcağı tüterek getirmişti. Erol amaç "bürek" tepsisine el koydu. Çay bahçesinde oturmuş göçmen böreğini yiyorduk ki, kızlardan biri oyun icabı Erol Amaç'ın sobada yaktığı paraları sordu. Gayrı ihtiyari ellerimiz ceplerimize gitti.Aceleyle banknot almamıştık yanımıza.Masada buz gibi bir hava esti o sıcak İzmir gecesinde. Derken hepimizi bir gülme tuttu. Sinirlerimiz bozulmuştu. Adı sanı olan eşşek kadar yedi tane herif sıradan bir pavyonda bir şişe bira içmeye muktedir değildik. Kızlardan biri
"Biz o paraların sahte olduğunu daha siz pavyona girerken anlamıştık."dedi.
Biz yedi sap herif gülmeyi kesip yerin yedi kat dibine bir daha girerken, Zafer Ergin:
"Bal gibi yuttunuz."dedi." Anlasaydınız, açıklar refüze ederdiniz bizi pavyonda. "
Kızlar hemen itiraz ettiler.
"Dünyada yapmazdık, ölümü gör yapmazdık. Çocuklar gibi ne güzel oynuyordunuz paralarla." Bir duygusal an oldu masada. Kızlardan biri pat diye söyledi lafını.
"Para erkeğin elinin kiridir."
Bu sözler burun direklerimizi sızlatmıştı. Fuarın binbir ışığına bakıp iç çekiyorduk çaktırmadan. Kızlardan biri "Bizim mesai saati yaklaştı. Biz gidelim." dedi.Kalktı yürüdüler.Birden kızlardan en sessiz olanı hiç konuşmayanı bize döndü.
"Mutlaka bekleriz" dedi."Biralar benden !"
Fuar'ın sağa sola sürüklenen kalabalığına karışıp kayboldular.