28 Şubat 2009 Cumartesi

Video Tutorial... Painting Winter Trees in Watercolor

Video Tutorial... Painting Winter Trees in Watercolor

Painting Watercolour Trees 2 - Winter Trees - Video

Painting Watercolour Trees 2 - Winter Trees - Video

Watercolor Painting: Winter Sky: How to Paint a Watercolor Landscape | eHow.com

Watercolor Painting: Winter Sky: How to Paint a Watercolor Landscape eHow.com

Meet a Real Watercolor Painting Expert | Expert Village Videos

Meet a Real Watercolor Painting Expert Expert Village Videos

26 Şubat 2009 Perşembe

Safran ve Ayvalı Pilav osmanlı mutfağı - Teknolojinin Adresi & TEKplatform

Safran ve Ayvalı Pilav osmanlı mutfağı - Teknolojinin Adresi & TEKplatform

Ev Cini: Ye-8 Saray Mutfağından Lezzetler

Ev Cini: Ye-8 Saray Mutfağından Lezzetler

Osmanlı Mutfağı... - Baktabul.CoM, Msn messenger ifadeleri, Avatar, gif, smiley, Resimli Siirler, izle, indir, Komik Resimler, programlar, Resimleri, Haberler

Osmanlı Mutfağı... - Baktabul.CoM, Msn messenger ifadeleri, Avatar, gif, smiley, Resimli Siirler, izle, indir, Komik Resimler, programlar, Resimleri, Haberler

kibele'nin mutfağı: Osmanlı' dan sakızlı pilav

kibele'nin mutfağı: Osmanlı' dan sakızlı pilav

Pilavlar - Yemek tarifleri, en güzel tarifler, ramazan yemekleri, iftar sofraları, yemek kategorileri, sahur özel, pişirmek - Yemex - www.yemex.com

Pilavlar - Yemek tarifleri, en güzel tarifler, ramazan yemekleri, iftar sofraları, yemek kategorileri, sahur özel, pişirmek - Yemex - www.yemex.com

Buhara pilavı tarifi Pilavlar pilav çeşitleri tarifler tarifi yöresel pilavlar erzincan mengen bulgur pilavı tarifleri

Buhara pilavı tarifi Pilavlar pilav çeşitleri tarifler tarifi yöresel pilavlar erzincan mengen bulgur pilavı tarifleri

II. Abdülhamit'e suikast girişimi - Tarih Öğretmeni & Tarih Dersi Forumu

II. Abdülhamit'e suikast girişimi - Tarih Öğretmeni & Tarih Dersi Forumu

Kasablanca - (casablanca)(1942)türkçe Dublaj Dvdrip

Kasablanca - (casablanca)(1942)türkçe Dublaj Dvdrip

22 Şubat 2009 Pazar

Jim's Bar, kaldığım Broadway Milenium otelinin 38. sokağa açılan kapısının tam karşısındaydı. Otelin hiç bir mekanında sigara içilmediği için 46.kattan inip sokakta sigara içiyordum. Akşam saatlerinin dışında 7.cadde ile 8.caddeyi birleştiren bu sokağa iri Amerikan kamyonları korkunç sesler çıkararak girip çıkıyorlardı. Hava boğucu sıcaktı. Klimalar deli gibi çalışıyor, yaz zaatüresi yapmak için sanki insanı kovalıyorlardı. Otelin hemen yanında matine ve suarelerinde eski amerikan müzikalleri oynayan tarihi bir tiyatro vardı. O tiyatronun gölgesine sığınıp iri bir yangın musluğunun üzerine oturuyordum. Ardına sigaralar içiyordum 46.kattan daha geç inmek için. Jim's Bar tam karşımdaydı. Barın yuvarlak camlı çat çut açılıp kapanan kapısından içerdeki loş gece ışığını görebiliyordum. Devasa meyve kamyonlarının kızgın homurtuları, sıcak asvalt, Newyork'un uçsuz bucaksız betonu soluk aldırmıyordu. Jims barın soğuk mavi ışığı ise bir serinlik umudu vaad ediyordu. Kalktım yerimden, olur abelki orada kaçamak sigara içirirler hayaliyle bara girdim. İnsanca bir serinliği vardı barın. Bu harika bir şeydi. Dar bir koridor gibi uzayan barın duvarlarında çok yıllar önce yapıştırılmış siyah beyaz fotoğraf kartpostalları vardı. Siyahi boksörler iri boks eldivenleriyle gard alarak poz vermişlerdi. 1950li yılların bir siyah beyaz filmine girmiş gibi oldum. Barın tezgahının üstü silinmekten aşınmış beyz mermer kaplıydı. Mermer beyazlığında güzel bir kız bakıyordu siparişlere. Bir grup genç ellerinde buğulu bira şişeleri aralarına aldıkları genç kızlarla kaynatıyorlardı. Tezgahın sonunda iri yarı yaşlı bir siyahi dimdik duruyordu. Nedense içimden"Jims bu olmalı " diye geçirdim. Bardaki güzel kız
ne istediğimi sordu. Madensuyu sodası istedim kızdan 5 dolar uzatarak. Sonra bütün cesaretimle sordum.
"Şu beyfendi Jims mi?"
Güzel kız kocaman bir "Evet" yapıştırdı.
Sonra yaşlı Jims'e dönüp dolu dolu bir öpücük gönderdi. Jims çok ince bir hareketle kabul etti güzel kızın öpücüğünü.
Kenarına yeşil limon dilimi takılmış uzun bir bardaktan sodamı içerken yaşlı Jims'in bütün heybetiyle yanımda durduğunu farkettim. Derinden bakıştık bir süre karşılıklı. Sonra iri elini omuzuma koydu: "Nerede boks yaptın?" dedi.
Ben utancımdan kasıldım kaldım Jims'i yanılttığım için.
" Hiç bir yerde." diyebildim utana sıkıla.
Jims bir süre tatlı tatlı baktı:
"Böylesi daha iyi dedi."

New York geyiği gibi oldu bu hikaye.
Ama aynen öyle oldu.

,

20 Şubat 2009 Cuma

1952 yılında babam Ankara'nın Atıf bay mahallesinde ahşap bir kasaba evinin yarısını satın almıştı. Evimiz İhsan Sungu İlkokulunun hemen karşısındaki bir yamaçtaydı.Evi satın aldığımız marangoz İbrahim efendi yetmiş yaşlarında zayıf, titrek bir adamdı. Ankara'ya Beypazarı kasabasından gelmişti. Nine dediğimiz yaşlı karısıyla evin öbür yarısında oturuyordu. İbrahim efendi Sakarya savaşına katılmıştı. Evinin bahçsindeki kırık dökük marangoz tezgahında mutfaklar için küçük tel dolapları yapıp İsmet Paşa pazarında satardı. O zamanlar hemen hiç bir evde buz dolabı yoktu.Bakkallarda, kasaplarda da soğutucu bulunmazdı. Beypazarlı İbrahim Usta, el rendesi ile çam tahtalarını düzeltirken ortalık mis gibi çıra kokardı. İbrahim efendinin keyfi yerindeyse Yunanlılarla Sakaryada nasıl savaştıklarını, mısır koçanını değirmende öğütüp ekmek yaptıklarını anlatırdı. Bir kaç yıl sonra İbrahim Usta oturduğu evi Sivaslı bir PTT hat döşeme çavuşuna satıp, Beypazarına gitti. Yeni komşularımızın Yüksel adında bir oğlan çocukları vardı.Yükselin ablasının adı Meliha idi. Genç kız PTT'nin şehirler arası santıralinde çalışırdı. Yüksel, Ulus semtindeki Erkek Sanat Okulunda okuyordu. Çok uyumlu, arkadaş canlısı bir çocuktu Yüksel. Yardım etmeyi, paylaşmayı severdi. Annesi Mevhibe hanım da uysal, güler yüzlü hatırşinast bir kadındı.Saçları bembeyazdı Mevhibe hanımın. Gazi Lisesine başladığım
zaman aynı semte olan okullarımıza sabahları Yüksel ile beraber giderdim.Yüksel, Ulus'taki orta sanattan sonra o zamanlar uzak bir semt olan Gazi mahallesindeki Erkek teknik okuluna gitmeye başladı.Bizim de keyifli yol arkadaşlığımız bitti. Yüksel çok sıcak kanlı sosyal bir çocuktu. Yaz tatillerinde bir işe çırak girer çalışırdı. Ben de ondan heveslenerek MTA kurumunun matbaasında, mücellithanede çalışmıştım. Onunla birlikte gazete, gazoz, ciklet sattım. Fevkalade dürüst bir çocuktu Yüksel .Ortak iş yaptığımız zamanlar benim payımı hep yüksek tutardı. O yıllarda Kalaba semtinde bir havuz vardı. Küçük bir parkın süs havuzuydu bu. Semtin çocukları yaz sıcağında o havuza donlarıyla doluşurlardı. Biz de mahalleden bir kaç çocukla gider suya atlardık. Yüksel telefon hat çavuşu olan babası Akçakoca'da hat çekerken yanına gitmiş, karadenizde yüzmeyi öğrenmişti. Kalaba semtindeki o küçük havuzda Yüksel de bana öğretmişti yüzmeyi. Yıllar sonra İstanbul Bostancı plajında ilk defa denize girmiş ve aslanlar gibi yüzüp geçmiştim. Yüksel'in arkadaşlığını unutamam. Yeri gelmişken hemen not edeyim. 1998 yılında
benim "Kendi Gökkubbemiz" oyunumla bursa Devlet Tiyatrosuna turne yapmıştım. Yüksel tam
kırk yıl sonra çıkıp gelmişti tiyatroya. Daha uzaktan görür görmez tanıdım.Karısı da yanındaydı.
Almanya da otuz yıl tekniker olarak çalışmış, emekli olmuştu. Temsili seyrettikten sonra beni evlerine götürdüler.Koyu bir Alaman Sosyalist Partisi üyesi idi Yüksel. Politika konuştu durdu.
Benden reaksiyon alamayınca bel ki bozuldu da. Ama ben onun o çocukluk arkadaşlığını hiç ama hiç unutamadım.
Yine Atıfbey mahallesindeki eve dönüyorum.İki katlı, ama derme çatma bir evdi burası. Çok güzel günler yaşadık o evde. Evin önündeki boş arsaya ağaçlar diktik.Tavuk kümesleri yapıp,cins tavuklar yetiştirdik. Sayısız kedi köpek baktık. Kışın kızak kaydık. Ben konservatuara yatılı öğrenci olarak girmiştim. Yükseller, Anıttepe'de aldıkları bir apartman katına taşınmışlardı .Bir yıl sonra bizimkiler de Kocatepede aldıkarı bir apartman dairesine taşındılar. Bok vardı apartman dairelerinde. O yeni evden hiç hazzetmemiştim. Kısa bi zaman sonra annem ,o sağlıklı kadın birden hastalandı. Ben yatılı olduğum için çok az kalabiliyordum yanında. Annemin kanser olduğunu saklamışlardı benden. Yedeksubayda iken 17 kasımda 1971 kaybettim annemi.
27 mayıs darbesi sırasında Ayıf Bey mahallesindeki evdeydik henüz. 27 mayıs sabahı babam ağabeyimle beni uyandırdı. Radyoyu açın dedi. Ağabeyim evin lambalı Phlips radyosunu sürekli söker takardı.Onun için her el attığımızda çalışmazdı radyo. Babam Üniversiteden ya da eski subay arkadaşlarından bir şeyler duymuş olacak ki, gün doğmadan bize radyoyu açtırıyordu. Uyku sersemi kalktık, açtık radyoyu. O yıllarda radyo gece 24 de kapanırdı. Radyo da ses yoktu. Ama ağabeyim verici radyo istasyonun çalıştığını söyledi. Evet ,yayına hazırlanan bir dip sesi vardı radyoda. Derken Harbiye Marşı yükseldi radyodan. Ardından Alpaslan Türkeş'in kalın ,çatallı sesi duyuldu. "Muhterem vatandaşlarım.Bu andan itibaren TSK elele vererek idareye el koymuştur." Ağabeyimle ben evin alt katında yatıyorduk. Bir kaç basamak taş merdivenle iniliyordu alt kata. Baktım, babam taş basmaklara oturmuş göz yaşlarını siliyordu. Ben hemen bitişiğizdeki Yüksellerin evini uyandırıp radyoyu açmalarını söyledim. Yüksel ise bütün mahalleyi uyandırıp İhtilali duyurdu.
Gazi lisesi bitmişti. Bir yaz günü ağabeyimin Tıp Fakültesinde okuyan arkadaşı Muzaffer, elinde pırıl pırıl bir valiz çantayla biz egeldi. Valizin parlak kilidini ve kapağını açtı. Kahvaltı tabağı büyüklüğünde karşılıklı iki yassı, şeffaf makara çıkyı ortaya. Nedir bu?"Teyp" dedi Muzaffer. Ses kayıt makinesi. Sırayla hepimizin seslerini kaydetti. Dinletti bir bir. Gülmekten kırılıyorduk teypten gelen sesleri duydukça. ben en sona kalmıştım. Ben de sabun muhafazasına benzeyen mikrofanakonuştum. Makarayı başa alıp dinletince herkes şaşırdı kaldı. Ulan radyo gibi konuşuyordun sen. Hele bir daha konuş, şu şiiri de oku. "Vallahi Ankara radyosu gibi" O günün
hayatımın bir dönüm noktası olacağını nereden bilirdim. Sonraki zamanlarda ben kısa radyo oyunları yazacak, Atıfbey'in gençleriyle oyunu mikrofonda temsil edecek;Muzaffer'in valiz teypi ile kaydedip, mahalli bir radyo olan meteoroloji radyosunda bir yaz boyu pazar sabahları yayınlatacaktım.Bir yıl sonra da Konservatuar Tiyatro bölümü öğrencisi olacaktım.

18 Şubat 2009 Çarşamba

27 mayıs1960

Gazi lisesinin son sınıfındaydım. 6.Fen.D olarak tanımlanıyordu sınıfımız. Delişmen seksen tane delikanlının bir sıraya üç kişi sığışarak nasıl ders yapabildiğini şimdi hayal bile edemiyorum. Öğretim kalitesi olarak Ankara'nın en iyi lisesi üstelik bizim Gazi Lisemiz. Uzay geometrisi, integral hesapları, inorganik kimya ve mekanik ve optik fizik okuyoruz. İngilizce, Almanca öğreniyor, Divan edebiyatı şiirlerinin aruz kalıplarını çıkarıyoruz.
On altı yaşındayım. Benim ve bir kaç öğrencinin dışında yoksulluk diz boyu. Öğrencilerin bütün gıdası helva ekmek. Ama boru gibi on beş kuruşluk üçüncü marka sigaraları tüttürüyoruz ders aralarında arka bahçede. Sonra da deliler gibi de futbol oynuyoruz. Göztepe'li Çağlayan, Fenerbahçeli Ziya ,Onursal bizim okulda. Okulumuz tarihi Ankara'nın meşhur Hergele meydanında. Eskiden Ankara'ya dışardan gelenler atlarını buraya bırakırlarmış. Sahipsiz at demektir ya Hergele. "Şimdi de sizi bağladık Hergele meydanına"diyor coğrafyacı Deli Adile sınıfa kızınca. Hemen yanımız bitpazarı. Ama antika eşyaların satıldığı bit pazarları sanılmasın. Korkunç bir yoksulluk el değiştiriyor kırık dökük dükkanlarında. Her yer vıcık vıcık çamur.Sıçrıyor, bulaşıyor.Kapkara linyit kömürü tozu her adımda. Yılda bir kere tepeden tırnağa tutuşup yanıyor bitpazarı. Yangın ateşi okulun çatısına sıçrayacak telaşı bakımsız itfaiye bölüğünde. Dersler kaynıyor ya keyifle seyrediyoruz yangını. Üç beş gün sonra yangın yerinde eskisinden daha yoksul barakalar çatılıp çıkacaktır. Neyse, bu mezbeleliği geçtikten sonra geniş bir bulvar açılıyor karşımıza. Ankaranın meşhur Atatürk bulvarıdır burası. Ulus meydanından taa Çankaya köşküne kadar. Tek parti döneminde üstü başı yoksul olanlara, köyden gelenlere yasak olan caddedir burası. Çankaya köşkünde geçen seneler Celal Bayar cumhurbaşkanı olarak otururdu. Şimdi 27 mayıs darbesinin başkanı General Cemal Gürsel var. Yine bu günlerde Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ıssız Yassıada'da infaz edilmeyi beklemekteler. Galiba adam asma alışkanlığı var bizim toplumun. Bilinç altımız garip bir haz duyuyor adam asmaktan. Ölümü bekleyen bu üç insanı bir kaç defa yakından görmüştüm. Çok düzgün, itinalı, haysiyetli, güven veren insanlardı. O günlerin Türkiye'sinde büyük, tarihi bir lekenin üzerimizde asılı olduğunu nasıl bilebilirdik ki? Neyse, demek zor. Ama neyse, Atatürk Bulvarı ile Gençlik Parkının arasında gül kurusu büyük geometrik bir bina var. Yapının ana girişinde gözenekli traverten taşından iri sütunların taşıdığı geniş bir örtü bulunuyor. Burayı geçince kristal camların ışıdığı yüksek, geniş bir kapıya ulaşılıyor.
Binanın dışını daha küçük sütunların taşıdığı bir revak boydan boya sarmış. Revakın ve sütunların bitiminde birkaç basamakla ulaşılan granit taşı döşenmiş avludan geçince camlı bir kapıya ulaşılıyor. Ankara'nın yeni Opera binası burası.
Gazi lisesindeki bizim sınıf bu binadaki bir tiyatro temsili için pazar matinesine toplu bilet almış. Biletin ücreti bir lira. Belediye otobüsleri on beş kuruşa yolcu taşıdığına göre, bir liranın değeri ortaya çıkar. Kar kıyamet bir günde Operanın önünde bizim sınıftan on kişi kadar toplanıyoruz. İri taş sütunları geçip, kristal camlı kapıdan girince, birden kaf dağının ardındaki masal sarayına ulaşmışız gibi afallıyoruz. Her yer pırıl pırıl mermer. Gül kurusu renkteki yüksek tavanın geometrik desenlerinin ortasında altın gibi ışıldayan yıldızlar bakıyoruz. Kafamızı çevirince büyük bir mobilya kapının üstünde yine altın renginde Cumhurbaşkanlığı forsu ışıldıyor. Yüksek duvarlarda güneş ışınlarını süzüldüğü renkli vitraylar sıralı. Bir duvarda antik mitolojiden bir sahneyi canlandıran boydan boya bir freks görüyoruz. Desenler yarı çıplak.hemen oralarına kayıyor gözlerimiz.Neyse, bizim yerlemiz yukarda balkondaymış. Eski, yamru yumru boyasız ayakkabılarımızla pırıl pırıl mermer basamaklara bastıkça içimiz eriyor.
Merdiven korkuluklarının tutamakları da altın ışıltısında. Ulaştığımız üst galeride nar kırmızısı hakiki marokenden dinlenme koltukları var. Önce biri bizi görüyor mu diye çekinerek, az sonra keyfini çıkarmaya başlayarak nar kırmızısı maroken koltuklara gömülüyoruz. Duvarlarda ressam Turgut Zaim'in, Cemal Tollu'nun, Eşref Üren'in yağlıboya tabloları var. Ne garip ve akıl almaz bir olgu ki, sabah akşam helva ekmek yemekten kurdeşen döken o hergele meydanının öğrencileri bizler, bu ressamları tanıyabiliyoruz. Az sonra Sophokles'in, Kral Oidiphus
adlı tragedyası başlayacak. Ve bizler kumaşı tersyüz takım elbiseler içinde yamru yumru ayakkabılarımız, eşşek kırkılmış gibi saç traşlarımız, ergenlik sivilcelerimizle Sophokles'i de, Kral Oidiphus'u da, tanıyoruz. Oidiphus'a kahinin sorduğu bulmacayı bil biliyoruz. "Sabah dört ayaklı, öğlen iki ayaklı, akşam üç ayaklı mahluk nedir?"Cevap hazır:"İnsan". Sopholse'i biliyoruz ama biz Şeyh Galip'i, Baki ve Nedim'i, Kaşkarlı Mahmut'u da biliyoruz. Üst galerideki nar rengi maroken koltuklara daha bir gömülüp, onbeş kuruşluk üçüncü marka sigaralarımızı yakıp, yüksek vitrayların zümrüt yeşili, kan kırmızısı, turkuvaz mavisi camlarından sızan güneş ışınlarına doğru dumanlarımızı savuruyoruz.

3 Şubat 2009 Salı