18 Şubat 2009 Çarşamba

27 mayıs1960

Gazi lisesinin son sınıfındaydım. 6.Fen.D olarak tanımlanıyordu sınıfımız. Delişmen seksen tane delikanlının bir sıraya üç kişi sığışarak nasıl ders yapabildiğini şimdi hayal bile edemiyorum. Öğretim kalitesi olarak Ankara'nın en iyi lisesi üstelik bizim Gazi Lisemiz. Uzay geometrisi, integral hesapları, inorganik kimya ve mekanik ve optik fizik okuyoruz. İngilizce, Almanca öğreniyor, Divan edebiyatı şiirlerinin aruz kalıplarını çıkarıyoruz.
On altı yaşındayım. Benim ve bir kaç öğrencinin dışında yoksulluk diz boyu. Öğrencilerin bütün gıdası helva ekmek. Ama boru gibi on beş kuruşluk üçüncü marka sigaraları tüttürüyoruz ders aralarında arka bahçede. Sonra da deliler gibi de futbol oynuyoruz. Göztepe'li Çağlayan, Fenerbahçeli Ziya ,Onursal bizim okulda. Okulumuz tarihi Ankara'nın meşhur Hergele meydanında. Eskiden Ankara'ya dışardan gelenler atlarını buraya bırakırlarmış. Sahipsiz at demektir ya Hergele. "Şimdi de sizi bağladık Hergele meydanına"diyor coğrafyacı Deli Adile sınıfa kızınca. Hemen yanımız bitpazarı. Ama antika eşyaların satıldığı bit pazarları sanılmasın. Korkunç bir yoksulluk el değiştiriyor kırık dökük dükkanlarında. Her yer vıcık vıcık çamur.Sıçrıyor, bulaşıyor.Kapkara linyit kömürü tozu her adımda. Yılda bir kere tepeden tırnağa tutuşup yanıyor bitpazarı. Yangın ateşi okulun çatısına sıçrayacak telaşı bakımsız itfaiye bölüğünde. Dersler kaynıyor ya keyifle seyrediyoruz yangını. Üç beş gün sonra yangın yerinde eskisinden daha yoksul barakalar çatılıp çıkacaktır. Neyse, bu mezbeleliği geçtikten sonra geniş bir bulvar açılıyor karşımıza. Ankaranın meşhur Atatürk bulvarıdır burası. Ulus meydanından taa Çankaya köşküne kadar. Tek parti döneminde üstü başı yoksul olanlara, köyden gelenlere yasak olan caddedir burası. Çankaya köşkünde geçen seneler Celal Bayar cumhurbaşkanı olarak otururdu. Şimdi 27 mayıs darbesinin başkanı General Cemal Gürsel var. Yine bu günlerde Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ıssız Yassıada'da infaz edilmeyi beklemekteler. Galiba adam asma alışkanlığı var bizim toplumun. Bilinç altımız garip bir haz duyuyor adam asmaktan. Ölümü bekleyen bu üç insanı bir kaç defa yakından görmüştüm. Çok düzgün, itinalı, haysiyetli, güven veren insanlardı. O günlerin Türkiye'sinde büyük, tarihi bir lekenin üzerimizde asılı olduğunu nasıl bilebilirdik ki? Neyse, demek zor. Ama neyse, Atatürk Bulvarı ile Gençlik Parkının arasında gül kurusu büyük geometrik bir bina var. Yapının ana girişinde gözenekli traverten taşından iri sütunların taşıdığı geniş bir örtü bulunuyor. Burayı geçince kristal camların ışıdığı yüksek, geniş bir kapıya ulaşılıyor.
Binanın dışını daha küçük sütunların taşıdığı bir revak boydan boya sarmış. Revakın ve sütunların bitiminde birkaç basamakla ulaşılan granit taşı döşenmiş avludan geçince camlı bir kapıya ulaşılıyor. Ankara'nın yeni Opera binası burası.
Gazi lisesindeki bizim sınıf bu binadaki bir tiyatro temsili için pazar matinesine toplu bilet almış. Biletin ücreti bir lira. Belediye otobüsleri on beş kuruşa yolcu taşıdığına göre, bir liranın değeri ortaya çıkar. Kar kıyamet bir günde Operanın önünde bizim sınıftan on kişi kadar toplanıyoruz. İri taş sütunları geçip, kristal camlı kapıdan girince, birden kaf dağının ardındaki masal sarayına ulaşmışız gibi afallıyoruz. Her yer pırıl pırıl mermer. Gül kurusu renkteki yüksek tavanın geometrik desenlerinin ortasında altın gibi ışıldayan yıldızlar bakıyoruz. Kafamızı çevirince büyük bir mobilya kapının üstünde yine altın renginde Cumhurbaşkanlığı forsu ışıldıyor. Yüksek duvarlarda güneş ışınlarını süzüldüğü renkli vitraylar sıralı. Bir duvarda antik mitolojiden bir sahneyi canlandıran boydan boya bir freks görüyoruz. Desenler yarı çıplak.hemen oralarına kayıyor gözlerimiz.Neyse, bizim yerlemiz yukarda balkondaymış. Eski, yamru yumru boyasız ayakkabılarımızla pırıl pırıl mermer basamaklara bastıkça içimiz eriyor.
Merdiven korkuluklarının tutamakları da altın ışıltısında. Ulaştığımız üst galeride nar kırmızısı hakiki marokenden dinlenme koltukları var. Önce biri bizi görüyor mu diye çekinerek, az sonra keyfini çıkarmaya başlayarak nar kırmızısı maroken koltuklara gömülüyoruz. Duvarlarda ressam Turgut Zaim'in, Cemal Tollu'nun, Eşref Üren'in yağlıboya tabloları var. Ne garip ve akıl almaz bir olgu ki, sabah akşam helva ekmek yemekten kurdeşen döken o hergele meydanının öğrencileri bizler, bu ressamları tanıyabiliyoruz. Az sonra Sophokles'in, Kral Oidiphus
adlı tragedyası başlayacak. Ve bizler kumaşı tersyüz takım elbiseler içinde yamru yumru ayakkabılarımız, eşşek kırkılmış gibi saç traşlarımız, ergenlik sivilcelerimizle Sophokles'i de, Kral Oidiphus'u da, tanıyoruz. Oidiphus'a kahinin sorduğu bulmacayı bil biliyoruz. "Sabah dört ayaklı, öğlen iki ayaklı, akşam üç ayaklı mahluk nedir?"Cevap hazır:"İnsan". Sopholse'i biliyoruz ama biz Şeyh Galip'i, Baki ve Nedim'i, Kaşkarlı Mahmut'u da biliyoruz. Üst galerideki nar rengi maroken koltuklara daha bir gömülüp, onbeş kuruşluk üçüncü marka sigaralarımızı yakıp, yüksek vitrayların zümrüt yeşili, kan kırmızısı, turkuvaz mavisi camlarından sızan güneş ışınlarına doğru dumanlarımızı savuruyoruz.

Hiç yorum yok: