27 Ocak 2009 Salı

Turgut Dayımız havayollarından emekli bir pilottu. Büyük babam, anneannemin ölümünden bir kaç yıl sonra ikinci evliliğini yapmış. Yeni eşi Cavidan hanımın Turgut adında yetişkin bir oğlu varmış. Turgut Dayımız ile olan aile bağımız biraz böyle dolambaçlıydı. Ama onu öz dayımız gibi hep sevmişizdir.
Turgut Dayımız küçük yaşlarından itibaren askeri okullarda okumuş, yaman bir savaş pilotu olarak yetişmişti. Daha sonraları sivil havacılığa geçen Turgut dayımız bu son kriz sırasında emekli edilmişti. Bu beklenmedik emeklilik karşısında dayımız Zeyrek yokuşunda babasından kalma eski bir istanbul evine çekildi. Hayal gücü geniş, ağzı güzel laf yapan, dünya gailesi tanımayan, etkileyici bir insandı. Bir gün Turgut Dayımızın genç bir bayanla ikinci evliliğini yaptığını duyduk. Bu sürpriz haberi bize dayımızın büyük ablası İclal hanım getirmişti bize. Akraba olarak Turgut dayımızla aynı mesafede olmasına rağmen bu İclal hanımla bir sıcaklığımız yoktu. Zeyrek yokuşundaki eski evde İclal hanımın da miras payı varmış. Kardeşinin evlendiğini öğrenen İclal hanım eski evin yeni ev sahibesinden tedirgin olmuşmuş. Yaşlı kadının evdeki miras payı bir kazaya uğrar diye korktuğu anlaşılıyordu. İclal hanmı teselli ettikten sonra yatıya alıkoyup yalnız kalmayacağına dair moral verdik. Bir haftaya yakın bir misafirlikten sonra İclal hanmı Zeyrek yokuşuna götürmek bana düştü.
O günlerde Turgut Dayımın mumu iki ucundn yaktığını fark ettim. Bir yanda bitmeyen istekleri ile sorumsuz bir genç kadın. Öte yanda gökyüzünden dolaşan, idelist bir ruh. Kısacası sevgili dayımızın hiç tükenmeyen traji komik durumlar yaratma yeteneği var gücüyle işlemeye başlamıştı.

24 Ocak 2009 Cumartesi

Neden beşiktaş:


1971 yılının sonbaharı idi. O günkü adı 'Kültür Sarayı' olan bu günkü Atatürk Kültür Merkezinde iki ayrı oyun sahneleniyordu. Bunlardan biri 'Cadı kazanı', öbürü ise 'IV. Murat' idi. O yıllarda Turizm Bankasının işlettiği Taksim'deki, 'Dilson oteli' inde kalıyorduk. Mütevazı maaşlarımızın yanına turne harcırahı eklenince İstanbul'da rahat bir soluk alıyorduk. Mesela haftada bir kaç gün Hacı Salih lokantasında yemek yiyebiliyor, Çiçek Pasajında patlayıncaya kadar bira içebiliyorduk. Rakı sofraları bütçemizi aşan bir keyfiyetti. İşte böyle günlerden birinde Tiyatro ile Bale arasında bir futbol maçı düzenlendi. Bana Ankara Konservatuar'ı takımında olduğu gibi kaleci olarak yer verilmişti takımda. Hiç unutmam bir Pazar günü ODTÜ ile yaptığımız maçta iki

penaltı vuruşunu kurtarmış,maçın berabere bitmesini sağlamıştım. Dört yıl sonra kaleci olarak görevlendirilmemde o günlerin etkisi olmalıydı.

Futbol karşılaşması bu gün Çırağan oteli olan Beşıktaşın Şeref Stadında olacaktı. Şeref Stadı yanık Çırağan sarayının yangın yeri olan arsasına tahta türübünlerle kurulmuştu. Çamur deryası bir yerdi. Maçı ünlü Galatasaraylı futbolcu Gündüz Kılıç'ın kardeşi Gürbüz Kılıç organize etmişti.Dilson otelinin müdürlüğünü de yapan Gürbüz Kılıç, adına layık aşırı kilolu toparlacık bir zattı. Maçın hakemliğini de o yapacaktı. Zannediyorum onun organizasyonu sonucu Devlet Balesi takımına Vefa Sporun yeşil-beyaz forması, Devlet Tiyatrosuna da siyah-beyaz Beşiktaş forması uygun görülmüştü. Sonunda Kasım ayının bir Çarşamba günü öğleden sonra formalarımızı giyip
Şeref stadına çıktık. Seyircilerimiz, Balerinler ve Tiyatroculardı. Tercüman gazetesinin İnci adlı magazin ekinin muhabirleri de maçı izleyeceklerdi. Durmadan fotoğraf flaşları patlıyor, heyecanımız yükseliyordu. Ben 1958 de Beşiktaşı Anakara da seyretmiştim. Hacettepe ile Türkiye kupası için karşılaşıyorlardı.Kaleci Necmi idi. Kedi kaleci idi lakabı Necmi'nin. Gerçekten çok supleksli bir kaleciydi. Hava da yön değitirdiğine bizzat tanık olmuştum. Ünlü Recep Adanır
da takım kaptanıydı. Şimdi ben Necmi'nin uçtuğu, mucizeler yarattığı kaleyi koruyacaktım. Sonuçta Gürbüz Kılıç'ın biz tiyatrocuları fena halde kollamasıyla maç berabere bitti. Ama ben kaderin bir cilvesi olarak bir penaltı vuruşunu uçarak kurtarmış, Konservatuardaki efsanemi Şeref stadında da sürdürmüştüm. Maçtan sonra Beşiktaş hamamnına gitmiştik kulaklarımızın içine kadar dolan çamurdan arınmak için. Tellak bana hangi takımı tuttuğumu sorunca terddüt etmeden Beşiktaş demiştim. Oysa çocukluğumdan beri Fenerbahçeliyim diyordum. Bu temel değişiklik birdenbire Beşiktaş hamamında olamamıştı elbet. Daha önceki yıllar yaz tatillerinde Can Gürzap ve Muammer Çıpa ile Kadıköy'de buluşurduk. Hatta, haftalarca onlarda misafir kaldığım olurdu. Mehmet Keskinoğlu'nun ailesi de misafir eder yatıya alıkoyarlardı.Mehmetlerin evi Kurbağalı Derede idi. Çevrem koyu fenerbahçeliydi. Böyle misafirliklerden birinde tanıştığım
Kadıköy sosyetesinden bir kız bizleri Moda deniz kulübüne, Büyük Kulübe davet ederdi. O atmosfer hiç bana göre değidi. Bulunduğum yerlerde sesimden hemen tanınıyor,televizyonu olmayan bir memlekette radyo yıldızı muamelesi görüyordum. Ama ben Fenerbahçeyi ve Fenerbahçeliliği hiç böyle hayal etmemiş düşünmemiştim. Benden çok uzak ve yabancı bir diyardı Fenerbahçe. Bu temel kırıklık ve yadsıma Beşiktaş Hamamın'da dile gelmişti. Benim yaşam iklimim güzelim Beşiktaştı. Beşiktaş'ın deniziydi, iskelesiydi, meydanıydı, meyhaneleriydi, çarşısı ve özellikle mütevazi hal hatır bilir insanlarıydı. Şimdi durup durup 'çok şükür Beşiktaşlıyım' diyorum.
tertemiz insanlarıydı.

23 Ocak 2009 Cuma

Gecemiz gündüzümüz "Ergenekon" olunca kırk yıl öncesine gittim. Ankara Devlet Konservatuar'ın son sınıfında 'Öğrenci Derneği'ne başkan seçilmiştim. Piyanist Ersin Oyman ile Komposizyon öğrencisi Sarper Özsan yardımcılarımdı. Bu tür sudan sepetten işlere hiç bir zaman yüz vermemişimdir. Ama okuldaki gruplar arasında dengeyi sağlamam adına oy birliği ile başkanlık üzerime yıkılmıştı. O günlerde Pariste meşhur 68 kuşağı öğrenci hareketlerini başlatmıştı. Bizde de İşçi partisinin gençlik kolu durumunda Fikir Kulüpleri Federasyonu kurulmuştu. Komposizyon öğrencisi olan Sarper Özsan'ın ısrarı ile bir akşam üzeri Konur sokaktaki eski bir apartmana gittik. Soğuk bir gündü. Kapıdan girerken "Ankaranın taşına bak" türküsünün bir ilahi gibi okunduğunu duydum. Apartman dairesinin salonu balık istifi doluydu. Islak kösele ve yoğun bir ter kokusu dayanılacak gibi değildi. Kalın siyah bıyıklı hayli geçkin bir genç akortsuz bir sazla türküye eşlik ediyordu. Daha sonraları bu derbeder atmosferin Devrimciliğin temel jargonu olduğu öğrenecektim. Sarper Özsan'a, orada daha fazla kalamayacağımı söyledim. Sarper'in kırıldığına emindim. Sonuçta o kaldı ben kendimi sokağa attım. 1969 yılının Haziran ayında Devlet Konservatuarı'nı birincilikle bitirdim.Ve aynı hafta Devlet Tiyatrolarına stajiyer sanatçı olarak girdim. O günlerde Sarper Özsan, bizim Kocatepedeki eve geldi. Öğleden sonra Dil Tarih Öğrenci derneği başkanı Celal Kargılı'nın meclisi protesto etmek için bir öğrenci eylemi yapacağını, bizim de katılmamız gerektiğini söyledi. Sarperi bir daha kırmak istemiyordum. Sarper Özsan 'ın bu ısrarında gizli bir meydan okumanın olduğunu sezdiğim halde kabul ettim. "Öğrenci başkanısın madem, sen de eylem koy!" demeye getiriyordu. Her neyse, eylem yapılacak toplantı yeri Akay yokuşunun başladığı yerdi. Bizim eve bir kilometre uzaklıkta var yoktu.Celal Kargılı çok karizmatik, sevimli, deli dolu bir kıdemli öğrenciydi. Daha sonraları Adana milletvekili oldu, epeyi ses getirdi. Sonra da genç yaşta öldü. Toplantı mahallinin hemen yanı İflas etmeden önce Öğretmenler bankasının genel müdürlük binası olan yapı o günlerde bir inşaat sahasıydı.Toplanan kızlı erkekli öğrenci gurubunun içinde kılksız bir kaç kişinin o inşaattaan tuğla taş kiremit getirip bir bahçe duvarının arkasına yığdıklarını gördüm. Sarper'e " Bu taşlar neyin nesi ?"diye sormama vakit kalmadan, Sarper'in o tipsiz heriflerle taş tuğla topladığını gördüm. Bana göre işler değildi bunlar.
27 Mayıs darbesini günü gününe yaşadığım için, salaklık mevzuunda deneyimliydim. Uzatmayayım bir ara sivil bir emniyet görevlisi megafon ile Celal Kargılı'yı Büyük Millet Meclisine yaklaşmamasını ikaz ettiğini duydum. Sivil emniyetçi Meclis'e şu kadar metre mesafede gösteri yürüyüşü yapmanın ceza yasasının şu maddesine göre yasak olduğunu tane tane söylüyordu .Ben Sarper'e gideceğimi söyledim. Ama tam o sırada "Furuko" denilen toplum polisinin Meclise doğru yürüyen gençleri coplayarak topladıklarını gördüm. Bir yandan yağmur gibi taşlar uçuşmaya başlamıştı üzerimizden. Sarper taş atmak için duvarın arkasına koşarken ben akay yokuşuna doğru hızla yürüyerek uzaklaştım oradan.
Bir gün sonra YeniOrtam gazetesi Celal Kargılı'nın eylemini manşet yapmıştı. Kapı çalındı "Aa yine Sarper Özsan. İçeri girmiyor benim hemen çıkmamı istiyordu.Giyindim çıktım. Eylem sırasında göz altına alınanlara destek olmak için Büyük Adliye'ye gitmemiz gerekiyormuş. Tamam gidelim dedim. Anafartalar caddesin gittiğimizde Adliye'nin önündeki dar kaldırıma yığılmış öğrencisi az, tipsizi, çakalı çok bir kalabalık gördüm. Karma karışık kalabalık Adliyenin demir kepenkli büyük kapısına saldırıyordu. Tam o sırada şiddetli bir firen çarpma sesi duydum. Bir Mamak münibüsünün önünde fırlatılmış bir yastık gibi asvaltta sürtünerek kayan bir insan gövdesi gördüm. Adliyenin kapısından polislerin kovduğu kalabalıktan birinindi bu cansız gövde. Sonradan öğrendiğime göre adı Savaşmış gencin . Üniversite öğrencisi de değil. Sitelerde götür getir işleri yapıyormuş zavallım. Bir gün sonra Yeni Ortam gazatesi Polisin öldürdüğü genç bu gün toprağa verilecek diye yazıyordu bu trafik kazasını. O gün İşçi partisinin Mithatpaşa caddesindeki genelmerkezine gittik Sarperle. Başkan Mehmet Ali Aybar, devrimlerin kan ve göz yaşı ile başarıya ulaşacağını söyledikten sonra partilililerden topladığı beşlik onluk banknotlardan oluşan bir tomar parayı Bilal Mogol'a cenaze masrafı olarak verdi. Sitelerede mobilyacıların ayak işleine koşturan zavallı Savaşı, Asri mezarlığın seçkin parsellerinden birine gömdük. İmamın dualarına amin dememek için daha önceden gereken direktif verilmişti. Mezar örtüldükten sonra
Zülküf Küpeli oradakilere devrimci andı yaptırdı. Çok değil bir hafta sonra Sovyetler Birliği tankları Çekoslavakya'ya girdi.
Bu Ergenekon dalgaları kırk yıl sonra nasıl anlatılır acaba?

19 Ocak 2009 Pazartesi

New York'a üçüncü kez gidişim ocak ayına rastlamıştı. Daha önceleri New York'un boğucu sıcaklarına yakalanmıştım. Allahtan bu sıcaklar sür git değildi. Üç beş gün sonra birden bastıran şiddetli bir okyanus yağmuruyla serinliyordu ortalık. Ama o üç sıcak gün yaşanmamış bir zaman olarak bulanık bir iz bırakıyordu geride. Sağnak yağmurdan sonra yoğun okyanus kokusu gökdelenlerin arasında eser şehri dolaşmak için derin bir istek uyandırırdı. New York'u ne kadar gezip tanıyabildimse o şanslı günlerde gerçekleşti. Üçüncü gidişimde Ocak ayının tatlı bir soğuğu vardı New York'ta. Zaman zaman kar serpiştiriyor, beyaz bir dantel gibi izler bırakıyordu granit kaldırımlarda. Bu defa bir otelde değil de New York'un eli yüzü düzgün bir semtinde bir apartman dairesinde kalıyordum. Bulunduğum semt ünlü Up Eastside'de bölgesindeydi. İki bulvarı doğuya yönünde geçince Metropolitan Müzesine ulaşabiliyordum.Sabahları İstanbul'da alıştığım ezan vaktinin tam karşılığı olan bir saatte uyanıyor, hemen toparlanıp 8. bulvara iniyordum. New York'un uğultulu gece seslerinin bitip, sabah seslerinin başlayacağı an arasında bir saatlik sessiz bir zaman dilimi vardı. Kuş cıvıltıları duymak bile mümkündü bu geçici sessizlikte. İstanbulun sabah simitine karşılık New York'un yuvarlak Bageti vardı. Baget ve benzerlerinin satıldığı dükkanların buğulu vitrin ışıkları alaca karanlıkta ıslak kaldırımlara aksederdi. Ama benim derdim Starbuck kahvesinin o harika sabah tadıydı. Daha dükkan kapısından girince o güzelim kokuyu içmeye başlardım. 8.Bulvara indiğimde Starbuck dükkanı daha açılmamış olurdu. İçerdeki solgun ışıkta, Starbuck kahve çekirdeklerinin en koyu, en parlak renklerindeki üç gencin yumuşak, rahat hareketlerle hazırlık yaptığını görürdüm. O sırada New York'un belki on çeşit ücretsiz reklam gazetesi kaldırımlardaki yerlerine konmuş olurdu. Starbuck dükkanlarının önünde mekanın elverdiği kadar demir masa ve sandalyeler yer alırdı. Reklam gazetelerini demir sandalyenin nemli tahtalarına serer otururdum. Gökdelenlerin arasındaki gökyüzü boşluğu hiç beklemediğim bir yönde ağarmaya başlardı. İstanbul'un doğusuna alışık olduğum için, yönümü belirlemekte her defasında zorlanırdım. İlk ağartıyı haber almış gibi metalik gövdelerinde iri yazılar olan Amerikan kamyonları üzerlerindeki çiğ damlalarını akıtarak bulvarda görünürdü. New York'un sarı taksileri tek tük ortaya çıkar, caddeyi delice bir hızla geçerlerdi. O sırada Starbuck dükkanının iç ışıkları bir kademe daha aydınlanırdı. Ben hazır ettiğim on dolarlık banknot elimde dükkana girerdim. Güler yüzlü bir günaydından sonra orta boy filtre kahvemi ısmarlardım koyu kahve rengi gözlerinin akları yerinde duramayan kıvırcık kıza. Kahvemin ilk yudumunu yine dükkanın önündeki masaya oturur öyle içerdim. O ilk yudumun damarlarımda tatlı bir sıcaklıkla dolaştığını hissederdim. Tam o sırada gökdelenlerden biri güneşin ilk ışıklarıyla tutuşur, kızıl kıvılcımlar saçarak çevresini de tutuşturmaya başlardı. Özellikle yağmur sonraları bu yangın ıslak yansımalarla sürer giderdi. Ama New York bende hep o sabah kahvesinin ilk yudumu olarak
kaldı.

18 Ocak 2009 Pazar

1955 yılında, "Çağlayan Yayınları" adı altında her hafta bir kitap yayınlanmaya başlamıştı. Cep kitabı boyutlarında, renkli ve parlak kapakları olan bu seri kitapların fiyatı "1 lira"idi. Bunlardan biri de, Refik Halit Karay'ın "2ooo Yılın Sevgilisi" adındaki romanıydı. Ben bu kitabı 1960 yılında Anafartalar Caddesinde eski kitap satan bir dükkandan yarı fiyatına almıştım. Lise ikinci sınıf öğrencisiydim o yıl. 27 Mayıs İhtilali yeni olmuştu. Gazetelerin dergilerin üzerindeki yayın yasakları kalkmıştı. Ben de Erzincandaki köyümüze giderken okumak için yanıma "2000 Yılın Sevgilisini" almıştım. Uzun bir buharlı tren yolculuğundan sonra Erzincan'a indim. Trende okumaya başladığım romanı köyün yamaçlarında inek otlatırken bir çırpıda bitirmiştim. Daha sonra Erzincan çarşısının tek kitapçısından"İnce Memet","Çalıkuşu", Köyün Kamburu" adındaki romanları da alıp köyde okudum. O günlerin şartları içinde gerçekleştirdiğim bu yoğun okuma sonraları bende bir alışkanlığa dönüştü. Aynı yıl köydeki akranlarımla beraber tütün içmeye başlamıştım. Bu iki alışkanlık ömrüm boyunca beni hiç bırakmayacaktı. Ankara'ya dönünce Altındağ kitaplığına üye oldum. Kitaplıkta bulunan batı klasiklerini Tolstoy'dan, Flober'e; Camus'den, Hamingway'e kadar büyük bir tutkuyla okuyordum. Sonra bir gün içimde derin ve güçlü bir yazma isteği doğdu. Gazi lisesinde son sınıftaydım o yıl. Hemen her gün öğlenden sonraları sarı sayfalı kalın bir defteri kolumun altına sıkıştırıp Ziraat Fakültesinin bahçesine gidiyordum. O büyük güzel bahçede havanın durumuna göre bazan çimenlerin üzerine uzanarak, bazan ağaç kanepelerde oturup sarı defterimin sayfalarına hızla yazıyordum. Bu yoğun gayretimin sonucunu hiç farkına varmadan Edebiyat dersinde aldım. Çok titiz bir öğretici olan Firuzan Tekin'in verdiği komposizyon ödevini o yaştaki bir öğrenciden beklenmeyen bir yetkinlikle yazıp önüne koymuştum. Firuzan Hanım "Sen yazar
olmalısın, diyemiyorum delikanlı sana. Hani neredeyse yazar olmuşsun bile." demişti. Ama hocamın güzel dileği tutmadı. Neler olduysa oldu ben yazar olamadım.

14 Ocak 2009 Çarşamba

1970li yılların başlarında, soğuk Mart ayı bir türlü çıkıp gitmiyordu. Ankara'da bir pazar sabahı Radyo binasından çıkıyorum. O günlerde trt eğitim programları hazırlıyordu yaygın eğitim için. Bizi bu yüzden sabahın köründe çağırıyorlardı radyoya.Renkli ispirtoyla basılmış teksir kağıtlarını müzik ve efekt desteğiyle sayfalar dolusu okuyorduk. Karşılık olarak bir iki ay sonra kırık dökük bir kaç lira alabiliyorduk. Öte yandan Türkiye'de "enfilasyon"
kelimesi yeni yeni telaffuz ediliyor, ama ne demek olduğu henüz bilinmiyor. Her neyse, Radyo evinin gürül gürül yanan kaloriferli ortamından çıkıp, Mart ayının cam gibi soğuna çıkıyorum. Soğuk bir anda bıçak gibi kesiyor yüzümü. O günlerde taksiye binmek gibi bir lüksümüz yok. Döküntü Belediye otobüsleri ise böyle havalarda mazotları donduğundan çalışmıyor. Ya da çok seyrek geçtikleri için tesadüfe bağlı biniliyordu. Bu durumda Sıhhiye parkına ,oradan da Kızılay meydanına yürümek gerekiyordu. Radyo binasından çıkarken kulaklarımda Fındıkkıran üvetürünün o ünlü melodisi vardı. Özellikle kornoların ön planda olduğu cümleler. Stüdyo kaydı sırasında sahne geçişlerini Fındıkkıran'la yapmış olmalı tonmayster Ertuğrul İmer. Ankaranın cam gibi mart ayı soğuğu ve Çaykovski'nin o lirik müzik cümleleri. Atatürk bulvarı boyunca her solukta duyduğum çivi gibi buz kokusu. O sırada belki de ısınmak isteğiyle canım buharları tüten sosisli sandviçe kaydı. Rus salatası bol acı hardal ve sıcacık sosis. O yıllarda Büyük sinemanın altındaki küçücük bir dükkanda Goralı adında, şişman güler yüzlü bir adam tanıtmıştı sosisli sandviçi Ankara'ya. Dükkan çok dar olduğu için dışarda yenirdi kağıda sarılı sandviçler. Sıcak sosisili sandviçi yerken buharlar fışkırırdı ağzımızdan burnumuzdan. Ama o yıllarda bir tane Goralı sandviç yemek bile lükstü Ankara'da. Göze zor alınan bir fedakarlıktı. Evet, öyleydi. Ama ben kararlıydım bir kilometre yürüdükten sonra Goralı'da o koyu hardallı sandviçi buharına gömülerek yiyecektim. Ama Goralı'nın camları buğulu dükkanına bir kaç adım kala vaz geçtim bu hovardalıktan. Evde üç aylık bir kızım vardı.Ve bir gün önce Apta maması almak için eczaneye girdiğimde mamaya zam geldiğini öğrenmiş, beynimden vurulmuştum. Cebimdeki para çıkışmamıştı zamlı mama için. Neyse ki bakkal Nusret vardı. Radyoda oynadığım tarihi piyeslere bayılırdı bakkal Nusret. Gece seni dinledim derdi. O ne ses be, muhteşemsin sen be. Nusretten bir kaç lira alarak eczaneye gittim. Zaten Nusretin bakkal defterinde iki ay öncesinden biriken şişe sütü, ekmek, sigara ve şarap hesabım vardı.
Bu gün 16 Ocak 2009. Gece televizyonda Fındıkkıran balesini izlerken uyuya kalmışım. Sıcacık oturma odasında Ankara'nın o buz kokan havasını nasıl doya doya soluklandım bilmiyorum.
İlk okuduğum çizgi roman, Pekos Bil adında bir kovboy serüveniydi. Pekos Bil, tabanca taşımayan bir kovboydu. Bu sarı saçlı, mavi gözlü, güleç kovboy silah olarak yalnızca kement kullanıyordu. Bulicinin yan dikişlerinde yürüdükçe uçuşan kalın şeritleri vardı. Pekos Bil'in her koşulda pırıl pırıl duran beyaz bir gömleği ve kalın kemerinin hizasında biten deri bir yeleği vardı. Uzun bacakları kısa konçlu deri çizmeleri üzerinde yaylanarak uçar gibi yürürdü Pekos Bil. Çizgi romanın en sevimli figürü, Deyvi Kroket adında, tavasını, kupasını yanında taşıyan, boğazına düşkün şişman bir tipti. Kadın kahraman Janet ise bu iki erkek figüre bağlanmış, dağda taşta her türlü güçlüğe katlanan güzel bir dişiydi. Kahramanlarımız çoğunlukla Texas'ın geniş coğrafyası içinde at koşturur, serüvenden serüvene atılırlardı. Bazan bu üç kahraman Teksastan çıkıp, Oklahoma ve Misisipi topraklarına taşarlar, büyük hortumlarla, çöl fırtınalarıyla karşılaşırlardı. Çizgi romanın en renkli fonunu Colorada kanyonu ve karlar içndeki Rocky dağları oluştururdu. Özellikle dağlardan toplanarak akan suları pırıl pırıl ırmaklar ve onların gölcüklerinde sıçrayan alabalıklar doyumsuz güzellikteydi.
Ben yıllarca bu çizgi romanla birlıkte yaşadım. Pekos Bil kıyafeti ruyalarıma girerdi. Yaz tatillerinde Erzincan'daki köyümüzde kendimi daha yoğun olarak Pekos Bil olarak duyumsardım.
Gece yıldızların altında dolaşır, buz gibi derelerde ateş böcekleriyle birlikte yıkanır, Erzincan'ın karlı dağlarını seyrederdim. Kırlarda Deyvi kroketin kırık dökük tavasına benzeyen eski bir köy tavasında yemekler pişirirdim.Bütün bunlar 9 ile 11 yaşlarım arasında geldi geçti.
Bu gün 13.Ocak.2009 . Tv'de eski bir kovboy filmi seyrettim.