19 Ocak 2009 Pazartesi

New York'a üçüncü kez gidişim ocak ayına rastlamıştı. Daha önceleri New York'un boğucu sıcaklarına yakalanmıştım. Allahtan bu sıcaklar sür git değildi. Üç beş gün sonra birden bastıran şiddetli bir okyanus yağmuruyla serinliyordu ortalık. Ama o üç sıcak gün yaşanmamış bir zaman olarak bulanık bir iz bırakıyordu geride. Sağnak yağmurdan sonra yoğun okyanus kokusu gökdelenlerin arasında eser şehri dolaşmak için derin bir istek uyandırırdı. New York'u ne kadar gezip tanıyabildimse o şanslı günlerde gerçekleşti. Üçüncü gidişimde Ocak ayının tatlı bir soğuğu vardı New York'ta. Zaman zaman kar serpiştiriyor, beyaz bir dantel gibi izler bırakıyordu granit kaldırımlarda. Bu defa bir otelde değil de New York'un eli yüzü düzgün bir semtinde bir apartman dairesinde kalıyordum. Bulunduğum semt ünlü Up Eastside'de bölgesindeydi. İki bulvarı doğuya yönünde geçince Metropolitan Müzesine ulaşabiliyordum.Sabahları İstanbul'da alıştığım ezan vaktinin tam karşılığı olan bir saatte uyanıyor, hemen toparlanıp 8. bulvara iniyordum. New York'un uğultulu gece seslerinin bitip, sabah seslerinin başlayacağı an arasında bir saatlik sessiz bir zaman dilimi vardı. Kuş cıvıltıları duymak bile mümkündü bu geçici sessizlikte. İstanbulun sabah simitine karşılık New York'un yuvarlak Bageti vardı. Baget ve benzerlerinin satıldığı dükkanların buğulu vitrin ışıkları alaca karanlıkta ıslak kaldırımlara aksederdi. Ama benim derdim Starbuck kahvesinin o harika sabah tadıydı. Daha dükkan kapısından girince o güzelim kokuyu içmeye başlardım. 8.Bulvara indiğimde Starbuck dükkanı daha açılmamış olurdu. İçerdeki solgun ışıkta, Starbuck kahve çekirdeklerinin en koyu, en parlak renklerindeki üç gencin yumuşak, rahat hareketlerle hazırlık yaptığını görürdüm. O sırada New York'un belki on çeşit ücretsiz reklam gazetesi kaldırımlardaki yerlerine konmuş olurdu. Starbuck dükkanlarının önünde mekanın elverdiği kadar demir masa ve sandalyeler yer alırdı. Reklam gazetelerini demir sandalyenin nemli tahtalarına serer otururdum. Gökdelenlerin arasındaki gökyüzü boşluğu hiç beklemediğim bir yönde ağarmaya başlardı. İstanbul'un doğusuna alışık olduğum için, yönümü belirlemekte her defasında zorlanırdım. İlk ağartıyı haber almış gibi metalik gövdelerinde iri yazılar olan Amerikan kamyonları üzerlerindeki çiğ damlalarını akıtarak bulvarda görünürdü. New York'un sarı taksileri tek tük ortaya çıkar, caddeyi delice bir hızla geçerlerdi. O sırada Starbuck dükkanının iç ışıkları bir kademe daha aydınlanırdı. Ben hazır ettiğim on dolarlık banknot elimde dükkana girerdim. Güler yüzlü bir günaydından sonra orta boy filtre kahvemi ısmarlardım koyu kahve rengi gözlerinin akları yerinde duramayan kıvırcık kıza. Kahvemin ilk yudumunu yine dükkanın önündeki masaya oturur öyle içerdim. O ilk yudumun damarlarımda tatlı bir sıcaklıkla dolaştığını hissederdim. Tam o sırada gökdelenlerden biri güneşin ilk ışıklarıyla tutuşur, kızıl kıvılcımlar saçarak çevresini de tutuşturmaya başlardı. Özellikle yağmur sonraları bu yangın ıslak yansımalarla sürer giderdi. Ama New York bende hep o sabah kahvesinin ilk yudumu olarak
kaldı.

Hiç yorum yok: