18 Şubat 2008 Pazartesi

Provalar

Arena tiyatrosunda provaya başladığım zaman yirmi yaşındaydım.Kargalar Okulu adindaki oyunda bir Fransız Kolejinin sahtekar müdürünü oynuyordum.Karşımda yılların Altan Karındaş'ı vardı.O günlerde Zeki Alasya daha oyunculuğa başlamamıştı.Oyunun dekorunun yapımında yardımcı olarak çalışıyordu.Benim oyunda kullanacağım beyaz peruk ve sakalı İstiklal caddesinde bir peruk atelyesine o götürüp getiriyordu.Kıvırcık saçlı yumuşak yüzlü, hafif kekeme bir gençti.Ali Yalaz'a takılıp dururdu.Ali Yalaz hepimizin büyüğüydü.Camsı açık mavi gözleri,sarı bıyıkları, saçları dökük çabucak kızaran bir yüzü vardı.Benim rolümün ona verilmemiş olmasını sindiremiyor gibiydi.Komedide içtenlik kurtarır oyuncuyu.Ama ben sahtekar bir adamı nasıl içten oynayabilirdim?Burada takılıp kaldım.Oysa o adamda kendi sahtekarlığında içtendi.Bu dünya başka türlü yürümezdi
onun gözünde.Adamın sahtekarlığını unuttuğum gün tip ortaya çıkmaya baladı.Bana ne sahtekarlığından herifin.Sahtekarlık onun adı gibiydi.Ada bakarak rol çizilir mi?Unuttum adamın sahtekarlığını.Çok sempatik, çok sevimli bir adam gezinmeye başladı Kargalar okulunda.Komik değildim .Kendince alabildiğine haklı, şikayetçi, öfkesi burnunda bir adam olmuştum..Altan Karındaş provalarda sürekli gülüyordu bana.Yıldırım Ağabey mutluydu.Ama hiç bir şey söylemiyordu.
İzmir'deki ilk temsilde Altan Karındaş'ın provalarda güldüğü her yer seyirciden büyük reaksiyon alacaktı.

17 Şubat 2008 Pazar

Eftalyos Kahvesi

Taksim meydanındaki Etalyos kahvesinden daha önce söz etmiştim. Sait Faik'in bu kahveyi anlatan Eftalyos Kıraathanesi adında bir hikayesi vardır.Sait Faik bu kahvede oturuken genç bir adam gelir yanına. Hikayelerini nasıl yazdığını sorar Sait Faik'e. O da oturur, bir gün Eftalyos kıraathanesinde otururken genç bir adamın yanına gelip nasıl hikaye yazdığını anlatan bir hikaye yazarak, nasıl yazdığını anlatmış olur. Ben de Arena tiyatrosundaki provaya gidreken bu kahvenin yüksek taraçasına oturur,çay ve simit keyfi yapardım. Sait Faik'in bütün hikayelerini defalarca okumuş, öyle ki İstanbul'u onun gözüyle görmeye başlamıştım.Çok renkli, cıvıl cıvıl sevda dolu bir şehirdir Sait Faik'in İstanbul'u. Onun içinde bulunmakta düş gibi sevdalı bir serüvendir. Geçen yıl Orhan Pamuk'un İstanbul'unu okudum.Fotoğrafçı Ara Güler'in siyah beyz fotoğrafları gibi alabildiğine siyah, gri bir İstanbul anlatır Orhan Pamuk.Önceleri iki yazar arasındaki mizaç farkı olarak yorumlamıştım bu ayrılığı.Ama öyle değildi 1964 yılının İstanbul'u ile Orahan Pamuk'un yazdığı 1974 lerin İstanbul'u öylesine farklıydı.Hele 80li,90lı yıllar'a hiç gelmeyeyim. Orhan Pamuk karamsarlığından öyle gri yazmamıştı. Ben de katılıyorum, o yıllarda öylesine kararmış, grileşmişti İstanbul. 1979 yılının ocak ayında bir gün Bursa'dan İstanbul'a.

Öylesine kararmış,öylesine kirlenmişti o masmavi şehir. Gökten kurum yağıyordu üzerime.Taksimde solıksuz kalmıştım.Beyoğlu, İstiklal caddesi bir korku tuneli gibi ıssız uzanıyordu.Neyse ben yine 1964 yılının o güzelim İstanbul'una. Hafta içinde bir gün kemancı kızım gayret tepedeki zengin apartmanından izin aldı. Sabah erkenden vapurla Burgaz adasına gittik. Kemancı kızıma İskelenin karşısındaki Sait Faik'in müze olarak düzenlenmiş evine götürdüm.Sait Faikin sarı sayfalı bir okul defterine el yazısıyla yazdığı hikayeleri sergileniyordu yüksek köşkün bir odasında .Beni şaşırtan şey Sait Faik'in eski yazı kullanıyor olmasıydı. Okadar genç ve modern hikayelerin eski yazıyla yazılmış olması o zaman bana büyük bir çelişki olarak gelmişti. Bu gün tam tersini düşünüyorum. Bu eski yazıyla doldurulmuş sarı yapraklı okul defteri Sait Faik'in şekilcilikten ne kadar uzak, ne kadar sahici bir yazar olduğunun belgesiydi. O güzel Burgaz gününde yürüyarak adanın öbür ucundaki Kalpazan Kayaya yürümüştük. Deniz iri kayaların dibinde pırıl pırıl titreşiyordu. Güneş tam tepedeydi. Çam reçinası ve yosun kokuyordu ada. Kemancı kızımla birlikte attık kendimizi sulara.

15 Şubat 2008 Cuma

Kargalar Okulu

1964 haziranın son günlerinden bir gündü.Cennet bahçesinden sonra Altan Karındaş ile Arena tiyatrosuna uğradık.Oyunun metni daktiloda çoğaltılmış, hazırdı. Adı:Kargalar Okulu.Yazarı:Roger Ferdinande.Komedi üç perde.Arena Tiyatrosunun yönetimi Santral Otelde bana yer ayırtmıştı.Oyunun tekstini alıp otele gittim.Öğleyin Ahmet Kozanoğlu'nun verdiği zarfı yeni açabiliyordum.Zarfın İçinde500 lira vardı.Büyük paraydı benim için.Otelin santralinden büyük sevdam İranlı kızın evini aradım.Durumumu anlattım.İnanamadı,şaşkınlıktan ne diyeceğini şaşırdı.Sabah onu Fındıkzade'den alacaktım.Yaz tatilinde çalışmak için bir iş bulmuş annesi.Gayrettepede oturan bir ailenin küçük kızına keman dersi verecekmiş.Bu arada Ankara Devlet Konservatuardan ayrılıp Arena Tiyatrosunda çalışan dönem arkadaşlarım benim tiyatroya girdiğimi duymuşlar ,otele beni görmeye gelmişlerdi.Meğer bir hafta önce bir takım ihanetler dönmüş Arena'da.Erhan Gökgücü, Alp Öyken ve Bilge Şen. Yıldırım Önal'ı içki içtiği son dönemde Abdullah Ziya'ya şikayet etmişler. Sonra da Yıldırım Önal olmadan da yola devam edebileceklerini söylemişler. Abdullah Ziya ,içkisinden dolayı Yıldırım Önal'a ne kadar kızgın da olsa,Yıldırım ağabeyin elinden tutup getirdiği, adam etmeğe çalıştığı bu gençlerin ihanetini sindirememiş.Hepsini hakaretlerle tiyatrodan atmış. Geriye Esen Günay ile Türker Tekin kalmış Ankara Konservatuarından gelenlerden.Yürekler acısı komik bir durum.Santral otelinde bana ayrılan odada Esen Günay bunları anlatırken yatağın üzerine uzanan Türker Tekin' den horultular gelmeye başlamıştı.Meğer ne zamandır İstanbul'da yersiz yurtsuzmuş. Türker'i odada bırakıp Esen Günay ile Çiçek Pasajına bira içmeye gittik.Türker otel odasını işgal ettiği için ben geceyi Esen Günay'ın Kazancılar yokuşundaki evinde geçirdim.Esen, allah selamet versin,özüne sözüne doğru bir delikanlıydı.Hâlâ da öyle delikanlıdır.Ertesi Sabah 10 da,Arena tiyatrosunda provadaydık.

13 Şubat 2008 Çarşamba

Yıldırım Önal,Altan Karındaş.

Yıldırım Önal adı o günden sonra Yıldırım ağabey olmuştu. Abdullah Ziya Kozanoğlu'nun yanından çıktığımızda Yıldırım ağabey mutluydu."Hadi yemeğe "dedi.Ben cebimdeki zarfı bir daha yokladım.İçindeki hiç şüphesiz paraydı.Tam o sırada frapan yazlık bir giysi içinde alabildiğin alımlı,iri yeşil gözlü, otuz yaşlarında bir kadınla yüz yüze geldik. Altan Karındaş idi bu genç kadın.Yeşil Çam filmlerinden tanıyordum.Yıldırım ağabey, Altan Karındaşa beni gösterek:"Seninki dedi." Güzel gözleri hayretten büyümüştü Altan Karındaşın:"Şaka ediyorsun!" Yıldırım ağabey "Yemeğe gidiyoruz,hadi gel" dedi."Orada konuşuruz.".Birlikte yürümeye başladık Beyoğlu'na doğru. Kalabalık caddede insanlar dönüp dönüp bakıyordu bizlere.Benimse göğsüme sıcak bir şeyler yükseliyor,başım dönüyordu.Bir rüya gibiydi her şey.Hacı Salih Lokantası'nda Altan Karındaş'ın önerdiği Hünkârbeyendi'den yedim.Üzerine de fırından nar gibi çıkarılıp buz gibi soğutulmuş ayva tatlısı. Altan Karındaş o kadınlık saçan alımlı görünüşünün tam tersine çok sıcak,çok içten, çok espirili bir kadındı. Altan Karındaş,bana bakıp bakıp"Bu senin başka bir modelin Yıldırım."diyordu."Herifteki sese bak","Oynarız birlikte tabi." Hacı Salih'te hesabı Altan Karındaş ödemiş belli etmeden.Yıldırım ağabey buna kızdı söylendi.İstanbul'un o uzun yaz günlerinden biriydi.
Hacı Salihten çıktıktan sonra Ayaspaşa'daki Cennet bahçesine gittik. Birden bire Ayasofya'dan Adalara, Haydarpaşadan Çamlıca'ya kadar İstanbul bütün güzelliği ile karşımızda açıldı,akmaya başladı. Yıldırım ağabey biraz sonra bizi başbaşa bırakarak Cennetbahçesi'nden ayrıldı.
Altan Karındaş, ünlü mukallit Mahmut Karındaş'ın tek kızıydı. Lale Oraloğlu ile birlikte Çamlıca kız lisesinde okumuşlardı. İkisi de İstanbul'da lisanslı yüzücü imişler.Altan Karındaş, kendinden çok büyük cemiyette tanınmış biriyle mutsuz bir evlilik yapmıştı.Sonra oyuncu olarak Küçük sahnede yetişmiş, bir ara Şehir tiyatrolarında da oynamıştı.Özellikle 'Semerkantta bu Aşam 'oyunu ile sükse yapmıştı..Beşiktaşta Akaretler'de annesiyle birlikte oturuyordu.İki sene önce Devlet Tiyatrosundan ayrılan Sayim Alpogo ile Aksaray'da bir tiyatro kurmuşlar ama bina sahibi Fırıldak İsmail'in oyununa gelerek fena batmışlardı.Bense sabah büyük sevdam iranlı kızı evine bırakıp,cebimde beş lirayla günü geçirerek köskös Ankaraya dönecekken, şimdi Altan Karındaş ile püfür püfür cennet bahçesinde oturuyordum.Gerçekten cennet gibiydi dünya.

Arena Tiyatrosu

Taksim meydanından Sıraservilere girip soldaki kazancılar yokuşunun girişini geçip yürüyünce küçük bir konsolosluk binasına tepeden bakan on katlı bir yapı vardır.Bu yapının en üst katı 60lı yıllarda Arena Tiyatrosu idi.Binanın sahibi,aynı zamanda tiyatronun patronu ise Abdullah Ziya Kozanoğlu adında tarihi romanlarıyla ünlü bir zattı.Yıldırım Önal bir yıl öce Devlet Tiyatrosundan ayrılarak tiyatronun sanat işlerini üzerine almış, iki güzel oyunla İstanbul'u sarsmıştı Bu oyunlar, Işık Yenersu ile birlikte oynadıkları Bernard Show'un"Sezar ile Kleopatra" ,Üner lsever ve Sezer Sezinle oynadığı "Büyük Kulak"adlı bir fransız komedileriydi.Müthiş sükse yapmıştı Yıldırım Önal.Ama sezon sonuna doğru içki problemi kendini göstermeye başlamış meğer. Tiyatro kadrolu oyuncuların parasını ödeyebilmek için bir yaz oyunu gündeme getirmişti.Oyun İzmir fuarı için hazırlanacak, yeni sezon da bu hazır oyunla açılacaktı.Yıldırım Önal ile tanışıklığım o yıl sınav parçamı Konservatuarda seyretmesiyle başlamıştı.Aslında Yıldırım Önal, başka bir öğrencinin sınav parçasını seyretmak için gelmiş imiş okula.Tesadüf ben de o sırada sahnede O'neill'in Milyoncu Marco adlı oyununu bana yardımcı olan arkadaşlarımla prova ediyormuşum.Arka sıralardan izlemiş yaptıklarımı.Çok hoşuna gitmiş.Çalışma bittikten sonra kutladı.Bu ara bir kaç hareketi,şöyle yapsan daha iyi olur dedi.Sevinçten uçuyordum ben. Yıldırım Önal o yıllarda bütün erkek oyuncuların idolü idi. Gerçekten muhteşemdi sahnede.Komediyi de dramı da olağan üstü ustalıkla oynuyor,yazıldığı her oyun kapalı gişe gidiyordu.Böyle bir devin benim için herkesin içinde iyi demesi akıl almaz bir övgüydü.Yıldırım Önal ile Arena Tiyatrosunun 5.kat asansörünü çıkarken bunlarımı hatırlamışrım bilmiyorum.Kendimi Abdullah Ziya'nın bir karşısında .Antika bir kütüphaneye benziyordu yüksek yazıhanes.Abdullah Ziya da 1.90 boyunda elli yaşının üzerinde dev gibi bir adamdı.Konuşması agrasifti bu yüzden kekeliyordu."Bak delikanlı"dedi Abdullah Ziya"Seni, kimseyi beğenmeyen biri beğeniyor."Yıldırm önalı gösterdi."Hadi açık edeyim" dedi."Hocalarına sordum seni.Cüneyt de, Mahir de seni beğeniyor,güveniyorlar.Sona sekreteri Hatice Körmükçü'ye dönüp tekst verin delikanlıya dedi.
Ben şaşırmış kalmıştım. Ama sevinçten, güvençten uçuyordum Yine dekonuşulacak şeyler vardı Abdullah Ziya ile.ben sizi romalarınızdan tanıyorum efendim.KızılTuğ,Sarı Beniz,Bizans Zindanları gibi bir çırpıda okunan sıradan şeylerdi hepsi de.Sanıyorum bir dönemin milliyetçileri Üç Silahşorler, Pardanyanlar gibi fıransız milliyetçiliğini kabartan romanlara çok itibar ediyor, benzerlerini yazmaya çalışıyorlardı.Abdullah Ziya" Şimdi fırsat bulup karalayamıyorum.Yazsam iyi olur ama yazamıyorum.Her neyse aramıza hoş geldin delikanlı.Bir ara nüfus kağıdını da bırak bizim Haticye gerekeni yapsın.Ben" yalnız efendim" dedim"benim bir sorunum var.Yatılı öğrenciyim ben.Okuldan İzin almadan sahneye çıkarsam okuldan atılırım." Abdullah Ziya kimden alacağız o izni?"Mahir Canova bölüm başkanımız.O izin verebilir." Abdullah Ziya "Az önce konuştum telefonda" dedi"O da bir oyun yönetecek önümüzdeki sezon".Ben "Resmi izin başka şey efendim dedim.Abdullah ziya antika telefonu kaldırdı "Bana Mahir Canova'yı bağlayın" dedi. Mahir Hoca birazdan bağlandı Yüksel Palasta yemekteymiş.Abdullah ziya çok samimi konuşuyordu Mahir beyle.Sonra bir ara bana baktı"Delikanlı burada, yanımda" dediSonra oldu bu iş gibi bir işaret yaptı.Sona Yıldırım Önal'a döndü, Ahmet'e söyleyelim otel ayarlasın delikanlıya dedi.Yıldırım Önal ile çıktık.Koridorun sonunda Ahmet Kozanoğlu'nun odasın uğradık Orada Sekreter Hatice bir tiyatro oyunu teksti ile bir zarf verip imzamı aldı.Zarfın içindeki belliki paraydı.

12 Şubat 2008 Salı

İstanbul

O yılın Haziran ayı sonlarında İranlı büyük sevdam kemancı kızı İstanbul Fındıkzadedeki evine bıraktım.Akşam otobüsüyle Ankara'ya dönmek için epeyi bir zamanım vardı.İstanbul'u dolaşmaya bayılırdım hep.Ama otobüs biletinden sonra beş lira param kalmıştı.Fındıkzade'den Taksim'e yürümüştüm.idim.İstanbul'un olgunlaşmış mayıs ayı günleri gibi bir saadet tatmadım hiç.Hani erguvanların son dalına kadar açtığı o günler.Parasızlık,yolsuzluk da neymiş.Tünele doğru yürüken Hashett kitabevinin vitrininde bir Life dergisi gördüm.Derginin kapağında o yılların genç ingiliz aktörü Richard Burton'un Hamlet kılığı ile renkli fotoğrafı vardı. Heyecandan nasıl da burkulmuştu içim. Hamlet, baştan sona ezberimde gibidi.Kumbaracılar yokuşundan püfür püfür boğaz rüzgarı
esiyordu.Karşıda Selimiye,Haydarpaşa,Kadıköy.Marmaranın o güzelim mavisi. Sonra suda bembeyaz izler bırakan araba vapurları, şehirhatları, motorlar.Benim içimde de Hamlet'in ruha işleyen,insanın etini kemiğini sızlatan sözleri akıyor.Bir ara nasıl olduysa Taksim tarafında,Sıraselviler'in başında buldum kendimi. Ortodoks kilisesinin setinde bir açık hava kahvesi vardı.Eftalikos kahvesi.Orada çay içebilirdim.Yanında da Beyoğlu'nun o harika simiti.Birden adımın seslendiğni duydum.Bilge Şen idi bana doğru koşarak gelen.Duymuş, görmüştüm ama o hala sesleniyordu.Baktım biraz arkasında da bizim Arsen Göze. Bilge şen soluk soluğa beni Yıldırım Önal'ın aradığını söyledi.Arsen,saç örgüsü dizkapaklarında,naif küçücük bir kızdı o zamanlar.
Bilge klumdan tutup Sırasrvilere doğru götürmeye başladı beni.Bir yandan da Yıldırım Önal'ın beni arayışındaki aciliyeti sıralıyordu.Arena tiyatrosunda bulabilirmişiz YıldırımÖnal'ı.Tam o sırada arkamızdaki bir vitrin camının anahtarla tıklatıldığını gördüm.Sıradan bir kahveydi burası.Camın arkasında da Yıldırım Önal bütün ihtişamıyla beni çağırıyordu.Yıldırım Önal yanımdaki Bilge ile Arsen'i görünce kendisi dışarı çıktı.İlk sözü "bana çok lazımsın."oldu.Sonra beni bir kenara çekerek.
Arena tiyatrosunda oynayacaksın. Yanındakileri başından sav, Arena tiyatrosuna gel dedi.Bilge şen o sezon Arena'da Yıldırım Önal ile oynamıştı.Bu arada Bilge hızla gelip koluma girdi,"senden bir ricam var Sönmez,çok acil ama" dedi. Ben daha acil olan Yıldırım Önal'a baktım ."Bu kız "dediBilge Şen, Arseni Göstererek."Leyla Tecer'lere çaya davetliymiş.Ama İstanbul'u hiç bilmiyor.Beraber gidecektik.Beni Yeni Stüdyo'dan düblaja çağırdılar.Sönmezden başka onu kimseye emanet edemem İstanbul'da." Leyla Tecer, Kadıköy'ün Yeldeğirmeni'nde oturuyordu o günlerde.Annesi Leyla'nın okul arkadaşlarını çaya çağırırdı hep.Daha önce gitmiştim ben. Eski kadıköy"ün antika bir eviydi.Ahmet Hamdi Tampınarla karşılaşmıştım orada.Ahmet Kutsi tecer ile kardeş gibi olan yakın lıklarını Leyla'dan duymuştum.Ama o ev Arse'nin dünyada bulabileceği yer değildi."Tamam "dedi Yıldırım Önal,sen işlerini bitir hemen Arena tiyatrosuna gel.
Sonunda Arsen'i Kadıköy'de Leyla Tecer'e teslim edip hemen il vapurla Karaköye ceçti. Sıraservilerde ki bir binanın en üst katında olan Arena tiyatrosunda soluk soluğa içeri girdim.

1963 -64 öğrenim yılında tiyatro bölümü iki ayrı oyun hazırlamıştı."Shakespeare'nin 12.gece "komedisi ile Alfred de Musse'nin ,"Marian'ın Kalbi" adlı dramı idi oyunlarımız. Bu Fransız meledramını Mahir Canova yönetmişti.Ben ikisinde de oynuyordum.Oyunlar Mayıs ayı sonunda Bergama festivalinde sergilenecekti.Bu bir gelenek haline gelmişti artık yıllardır.Bergama festivaline gitmek biz öğrenciler için büyük bir sevinç kaynağı idi.O yıllarda İzmir-Ankara ulaşımı Eskişehir,Bursa,Balıkesir üzerinden sağlanırdı 12 saat süren bir yolculuktan sonra biz de Bergama'ya varmıştık.Temsiller Akslepion denilen tarihi açıkhava tiyatrosunda veriliyordu.O bölgede elektrik henüz olmadığı için gündüz yapılıyordu temsiller.Civar köy ve kasabalardan traktörlerle ya da eşek sırtında geliyordu üç bin seyirci.Yemeklerini azıklarını da getiriyorlardı yanları sıra.Biz öğrenciler uzak mesafelerden dekor parçalarını,kostümleri taşıyor, iki kızılay çadırında hazırlıklarımızı yapıyorduk. Kan ter içinde kalıyorduk bu arada.Bu halimiz. Max Meiniche'yi çok heyecanlandırıyordu.Çünkü Shakespeare nin "On İkinci Gece"yi yazdığı yıllarda Stadfort'daki tiyatrosunun ve seyircisinin durumu üç aşaği beş yukarı aynı idi.Temsilden sonra Bergama Dokuma fabrikasında yemek verilirdi.Yemekte hocalardan gizli olarak bira içerdik.Sonra bir belediye aracı bizi denize girmemiz için Dikili'ye götürürdü.Bu arada o turneye katılmış olan adlarını hatırlayabildiğim okul arkadaşlarım şunlardı. Münir Canar,Alev Sezer,Nur Subaşı,Yıldıral akıncı,Cengiz Yılmaz, Şener Ünal, Ertan Dinçer,Zerrin sümer,Pınar Çelebi,Şerif Sezer,Elvan Özak,Arsen Göze,Olcay Poyraz, İnci Melis, Deniz Gökçer,Zeliha Bergsoy,Tülay Artuk,Ülkü Ülkümen,Aykut Sözeri.İsmet Hürmüzlü...
Ankara'da bıraktığım İranlı kızın isteği üzerine bir mektup yazıp Bergama postahanesine verdim.Başkaca bir iletişim kanalı yoktu.Ne yıllarmış dedikten sonra İstanbul'a Haziran ayının son günlerine geçelim.
Beklenmedik bir olay.

1964 yılının Haziran ayının sonlarıydı.Derin bir sevda yaşıyordum.Okulun müzik bölümünde benden üç yaş küçük kemancı bir kız öğrenci vardı. Tipik bir İran güzeliydi kız. Necdet Remzi Atak'ın öğrencisi olarak konservatuarda İran hesabına okuyordu. DÜçüncü sınıftaydı.O yıllarda Rıza Şah Pehlevi'nin yıldızı doruklarda olmalıydı. İranlı öğrenciler dünyanın her yerinde Şah'ın hesabına okuyabiliyorlardı.Bu güzel İranlı ile tanışmam bir önceki öğrenim yılının sonunda okulun orta avlusundaki havuzun başında olmuştu. Yatılı öğrenciler olarak yemekhanede akşam yemeğini yemiş çıkmıştık.Asıl ders sınavlarını geçip geride bıraktığımız için hafiflemiştik.Okulun taş avlusunu mermer bir havuz serinletmekteydi.Avlunun üstündeki açık gökyüzünde bir kaç akşam yıldızı ışıyordu.Lisedeki edebiyat hocam Piraye Hanım, bir Ahmet haşim hayranıydı.Benim resim tutkum Ahmet Haşim'in şiiriyle öyle sine uyum içindeydi ki onun şiirlerini okurken resim yapıyor gibi olurdum."Bir acem bahçesi, bir seccade-Dolduran havzı ateşten bade-Ne kadar gamlı bu akşam vakti-Bakışın benzemiyor mutâde-" Tiyatro öğrencileri okulun her yerinde yüksek sesle konuşma,ezber yapma serbestliğine sahip olduğu için yüksek sesle okuyordum Haşimin şiirlerini.

"Denizlerden esen bu ince heva saçlarınla eğlensin-Bilsen-Melâl-i hasret-i gurbetle ufku şâma bakan bu yüzün bu hüznünle sen ne güzelsin." İranlı kemancı kız akşam alacasında beyaz giysiler içindeydi.Ve sanki saçlarını havuza dökmüştü. Sıra en büyülü şiirine gelmişti Ahmet Haşim'in. "Akşam yine akşam yine akşam. Bir sırma kemerdir suya baksam.Akşam yine akşam yine akşam göllerde bu dem bir kamış olsam".Sonra uzun bir yaz boyunca biribirimizden gizli birbirimizi özleyip

durduk.Eylülde,okullar açıldığında yine birbirimizi görüyor,ama birbirmizden kaçıyorduk.O yıllarda Mevlana Celladdin'in Divan-ı Kebiri ciltler halinde Milli eğitim yayınlarından çıkmaya başlamıştı.Daha önce 1950li yıllarda Mesnevi yayımlanmıştı.Ama ben mesnevinin uzun hikayelerinden bunalıyordum.Birinci cildini zar zor okuyabilmiştim.Mesnevi'de Şems-i Tebriziden pek söz edilmez. Zeka ve retorik ön plandadır.Divan ise Şems üzerine yazılmıştır baştan sona. Kor ateşten yakıcı bir aşk ocağıdır Diavan-ı kebir.Öğreticilikten uzak, son derece lirik ve şiir derinliği olan yüzlerce şiir yer almıştır Divanda. Mevlana'nın büyük şairliğini divanında fark etmişimdir.

Onun için Cellaleddin Rumi-yi hiç bir zaman bir mevlevi gibi sevemedim.Aşk ateşiyle yanan,evrene lavlar saçan,çatırdayan bir gök cismi gibidir benim için Cellaleddin.Bir gün yemekhanede İranlı kızın masasının yanından geçerken Divan-ı Kebirden bir dizeyi aslından, Farsça olarak okudum."Negof temed merov anca ki aşnat menem. Derin serab-ı fena çeşme-i hayat menem." Sonra yoluma devam ettim.Yemekhanenin merdivenlerini çıkarken bir el kuvvetle beni kendine çevirdi.İranlı kızdı bu. Yüz yüze geldik.Yüzünün kanı çekilmiş,solmuştu.Gözleri hızla yaş doluyordu.Tir tir titriyordu bir yandan.Birden kısık bir sesle"Sen beni öldürmek mi istiyorsun?" dedi.Sonra bana cevap verme fırsatı tanımadan koşarak uzaklaştı gitti.Bin pişman olmuştum,yaptığıma yapacağıma. Kimse fark etmemişti çevreden ama kendi gözümde rezil olmuştum kendime.Yerin dibine geçmiştim.Ne kepaze heriftim ben.Okulun dış bahçesine açılan geniş taş basamaklar vardı.Gittim basmakların okulun ışıklarından uzak bir yerine oturup bir sigara yaktım.Ağzımın tadı kaçmıştı .Sanki zehir tesiri yapıyordu güzelim Yeni Harman sigarası...Az sonra bir taş basmaklara bir gölgenin düştüğünü fark ettim.Dönüp baktım o idi.İranlı kız."Sigaran var mı" diyerek yaklaştı. İçimin birden boşaldığını eridiğimi hissettim."Sigara öldürür ama" dedim, Yeniharman paketini uzatırken. İranlı kız,yaktığım sigaradan derin bir nefes aldıktan sonra."Gerçekten öldürüyorsun beni "dedi. Ama ben onun o an ne demek istediğini anlamadım.Yine de bir hafta sona bir sabah vakti çok erken bir ssatte okuldan kaçarak Konya'ya Mevlana'yı ziyarete gittik.Okul idaresi İranlı kızın okuldan kaçtığını öğrenince İran konsolosluğuna bidiriyor durumu.Bak sen şu deyyusa, şu kahpeye.Konyadan dönüşümüz akşam yemeğinin sonrasına sarkmıştı.Zaten okula girer girmez kızlar muavini Neriman hanım tutuklarcasına alıp kızlar bölümüne götürüdü İranlı kızı.erkek muvin ise bana bir şey söylemekten çekindi nedense.Öbür gün okul çalkalanıyordu.İran konsolosluğunun ajanları geldi gitti.Acil olarak disiplin kurulu toplandı.Uzatmayayım muavin öğretmenler okuldan tart beklerken hiç cezasız, bir kaç kelime nasihatla salındık disiplin kurulundan.Kurulda Adnan Saygun adında bilge bir insan vardı. adanan saygunun isteği üzerine ben disiplin kurulunda Divanı Kebirinden ezberlediğim şiirleri eksiksiz okudum. İranlı kız da Farsçasını okumuş şiirlerini Celaleddin Rumu'nin, o akıllara durgunluk veren Farsçasından okumuş. Adnan Saygun, benim bölüm başkanım Mahir Canova'yı sonra da İranlı kızın keman öğretmeni Necdet remzi Atak'ı tebrik etmiş biz öğrencilerinden dolayı.Ben de İranlı kız da hemen derslerimize koştuk kaldığımız yerden devam etmek için. Bir şey daha var.O disiplin kurulunda o sene okula öğretmen olarak atanan genç Muammer Sun 'da vardı.O gün başlayan ağabey kardeşliğimiz hala sürmektedir.

Şimdi İstanbul'a, Haziran ayının sonlarına dönelim.



11 Şubat 2008 Pazartesi

1950 yılları Ankarası

Tiyatro ile daha sonraki tanışmam Ankara'da oldu.İlkokul dördüncü sınıftaydım.Ağabeyim ile birlikte Mandolin çalmaya heveslenmiştik.Bir mandolin alındı bize.İlk okul evimizin tam karşısındaydı .Hafta sonları mandolin kursuna gidip gelmeye başladık.Ama o inatçı çalgı ile ne ben ne de ağabeyim başa çıkabildi..Bütün gayretlerimizin sonu umutsuzca bir bezginlikti. Mandolinin telleri kopmaya penalar kaybolmaya başladı bir süre sonra.Sanki elimiz de büyüyor,canavarlaşıyordu bu sert sesli çalgı. Mandolin kursuna katılan öğrenci kalabalığının içinde çalıyormuş gibi yapmaktan bezmiştim.Bir gün ağabeyim mandolini kırmaya teşebbüs ettiyse de hafif bir çatlakla atlattı çalgı bu teşşebbüsü.Öylesine de sağlammış mandolinin ahşabı.bir gün mandolin kursuna gitmeyeceğimi söyledim anneme.Kızdı, söylendi annem. Ama ben evin önündeki geniş arsada top koşturmaya başlamıştım bile.Yaz tatilinin yaklaştığı günlerdi.Mandolin kursu öğretmeni Rıfat Akaltan okulun hademesini eve göndererek beni kursa çağırtmış.Kurs kılığımı giyinip,mandolin ile gelmemi ısrarla istiyordu.Konsere katılacakmışım.Kurs kılığı denilen şey, bol dikilmiş uzun kollu beyaz poplin gömlekti.Venedik gondolcularının çocuklarına benziyorduk bu dökümlü gömleklerle.Rifat Akaltan beni görünce çok mutlu oldu. Sonunda Mandolin kursu öğrencileri ellerimizde mandolinlerle yola koyulduk.O yıllarda Ankara'nın toplu taşım diye bir sorunu yoktu .Çünkü ne toplu, ne de tekli araç vardı Ankara'da.Yalnızca Bakanlılar semtini Dış kapı semtine bağlayan hat üzerinde troleybüs denilen elektrikli dört otobüs çalışıyordu.Şehrin doğusundaki Cebeci semtine de troleybüs hattı yeni bağlanmıştı.Mandolin kursu olarak konser vereceğimiz yer Evkaf Apartmanındaki Küçük Tiyatroymuş meğer.Atıf Bey semtinden Küçük tiyatroya yürümek büyük insanlar için bile az yol değidir.Yolun yarısında sızlanmaya başladığımızı ayak sürüdüğümüzü hatırlıyorum.Ama birden gök kararıp Ankara'nın ilk bahar sağnağı başlayınca küçücük canlarımızı mermer sütunlu bir yapıya, Küçük Tiyatroya koşarak atabilmiştik. Temsilin genel provası yapılıyordu sanırım.Sus pus uyarılarıyla karanlıkta kubbeli çok büyük bir salona oturttular bizi.Sahnede bir değirmen vardı.Ama gerçek bir değirmendi bu.Küçük penecerelerindenoluk gibi ışıklar sızıyor ve değirmen dönüyordu.Birden peri kızları, cinler belirdi değirmende.Akla ziyan bir oyun başladı.O güne kadar baleden hiç haberim olmamış. Cinler, peri kızları bale öğrencileriymiş meğer. Olağan üstü bir cin peri dansı vardı sahnede. Renk renk ışıklar düşüyordu dans edenlerin üzerine.Bir de orkestra eşliğinde bir şarkı"Biz ciniz ,biz ciniz yere göğe hakimiz." Gözlerime inanamıyordum.Heyecandan yüreğim kabarmış, soluğum kesilmişti. Binde bir görebileceğim bir rüya içindeydim.Dans bitiyor, konuşmalar başlıyordu.Pırıl pırıl bir konuşmaydı bu ,inci gibi denir ya.Her söylenen anlaşılıyor,daha ötelere, ta içimize işliyordu.Söylenen şarkılar da çok iyi bildiğim türkülerin uzak dağların arkasından sanki bir rüyadan yükselişi gibiydi. Oyunun adı"Perili Değirmen"miş. Sonradan öğrendiğime göre, devlet Tiyatrosunun çocuk bölümü ile bizim İhsan Sungu ilkokulu birlikte hazırlanmışlar. Bu bilgiye bu günkü bilgilerimi de eklersem büyük bir ihtimalle olan biten şu idi: İhsan Sungu İlkokulu Ankaranın en yoksul öğrencilerinin çoğunlukta olduğu bir okuldu.Okul aile birliği başkanı da Ünlü avukat Celal Dora idi.Başkanın adını bu kadar net hatırlamamın nedeni benim sınıf hocam Nebahat Dora'nın kocası olmasıdır sanıryorum.Celal Dora, vaktiyle Nazım Hikmetin de avukatlığını yapmıştı Harbokulu davasında.Çok üst derecede bir mason olduğunu çok yıllar sonra öğrenecektim. O tarihte Devlet tiyatrolarının başında Muhsin Ertuğrul vardı.Celal Dora ve Muhsin Ertuğrul birbirlerini kişisel olarak mutlaka tanıyor olmalılydılar . Tanımıyor olmasa bile Muhsin Ertuğrul'dan tiyatro için yardım isteyen yoksul bir okul onun gönlünde her şey demekti.Belli ki tiyatronun bütün imkanlarını seferber etmişti Muhsin Ertuğrul. Oyunu Ziya Demirel yönetmiş, orkestranın başında mandolin kursu öğretmenimizin ağabeyi Mithat Akaltan varmış.Dekoru da ünlü ressam Turgut Zaim düzenlemişmiş.Bir kaç gün sonra davetlilere temsil verildi. Madolin korosu temsilden önce perdenin önünde "Korkma sönmez"i çalıp söyledi Ben de kırk kadar mandolinin arasında çalıyormuş gibi yapan bir çocuktum.Ama ömrümün kırk yılını geçireceğim Tiyatro sahnesine ilk adımımı Küçük Tiyatroda atmış oluyordum.

giderayak

İlk seyrettiğim tiyatro temsili olarak Bursa Amerikan kolejini vermişim.Oysa Bursa'ya tayin olmadan önce İstanbul'da Hadımköy yolu üzerinde Ömerli adında bir yerleşim vardır.Dünyayı ilk algıladığım yerdir orası.Asker olan babamın şark hizmeti sırasında Kars'ta dpğmuşum. Ama kars'a dair en ufak bir iz yoktur hafızamda.Edirne demiryolu hattının üzerinde ihtiyari bir tren durağı idi Ömerli.Önce bir köylünün evinde kiracı olarak kalmıştık.Sonra boş bir arazide iki odalı bir yer yaptırmıştı babam.Tren yoluna inen sırtlarda bir sahra alayı konuşlanmıştı.Askerler,katana denilen ir macar atlarının çektiği top arabaları, yeşil renkli muşambalarla örtülmüş cephane sandıkları kol tertibinde upuzun geçerdi evimizin önünden.Sonra Çatalkaya denilen mevkiden top sesleri duyulur, gök yüzünde bembeyaz bulut topları oluşurdu.O silaha bu yüzden top denildiğini sandım durdum. Ağabeyim o köyün ikokulunda birinci sınıfa gidiyordu.Ben iki sene sonrs Bursa'da gidecektim ilkokula.Okulun tatile gireceği gün okulun bahçesinde bir temsil vermişti öğrenciler.Çocuklardan biri hırsız rolündeydi.Simit çalmıştı galiba hırsız olan çocuk. İki öğrenci hırsız çocuğu yakalayıp mahkemeye, hakim huzuruna çıkarmışlardı. Hakimler iki kız, bir erkek öğrenciden oluşuyordu.Hırsız çocuğa beş sene ceza kesmişti mahkeme.Kestilen cezayı bir kız çocuğuda tuğla parçasıyla okulun önündeki çimento satıha yazmıştı. Bu kadardı oyun.Ama kadın seyirciler hıçkırarak ağlıyorlardı.Annem de dahildi onlara.Ben de Hırsız, mahkeme, hakim kavramlarını il kez o okulun bahçesinde duymuş oldum.
Ne yazabilirim diye düşünürken ilk seyrettiğim tiyatro geldi aklıma. Sanırım dört yaşındaydım. Bursada'daki Amerikan kolejinde bir yıl sonu müsameresine götürmüşlerdi beni.Tabi o gittiğim salonun Amerikan Koleji olduğunu daha sonraları araştırarak öğrenecektim. Çocuklar temsil veriyorlardı. Göz alıcı renkli kostümler içindeydiler. 23 nisan bayramlarında özellikle kız çocukları renkli grapon kağıdından yapılma garip kılıklarla törene katılırlardı.Biri ece olurdu,biri pamuk prenses, külkedisi filan. Bu tür garipliklere aşinaydım. Ama kolejdeki oyun ingilizce oynandığı için hiç bir şey anlamıyor değil, o çocukların konuşma bilmediklerini sanıyordum.Bir takım garip, kulak tırmalayan seslerdi salonda çınlayan.O yıllarda evimize daha radyo girmemişti.Yoksa yabancı bir dili bu kadar garipsemezdim. Söyledikleri şarkılar da benden çok uzaktı.Belki deçok sesli söylüyorlardı. Müzik olarak gramofonun dört tane taş plağındaki türküleri, mahalle düğünlerinde çalınıp söylenen oyun havalarını, hamamlarda kadınların söylediği kıvrak türküleri ve tabii çocuk saymacalarını biliyordum.Henüz okula başlamadığım için daha"Korkma sönmez"den korkmamıştım.O temsile beni sanıyorum Memnune Hanımın kızı Nezahat götürmüştü.Okul Bursa'nın Setbaşı semtinde olduğuna göre başka kim olabilir.Memnune Hanım yeniliklere açık bir kadın olmalıydı.Erzincan büyük depreminden sonra Erzincandan çıkmıştı, Bursa'ya yerleşmişti.Annem ile akarabalık dercesinde bir yakınlığı vardı.Biz ona Memnunehanım teyze derdik.Kocası Bursa merkez postahanesinde telgraf şefiydi. Çok zayıf eli kolu titreyen yaşlıca bir adamdı.İleri derecede akşamcıydı sanırım.Babam bir yeşilaycı kadar içki ve sigara karşıtı olduğu için aralarında bir diyalog gelişmemiş olmalıydı.Memnune Hanım iki de bir "Asri" olun derdi.Onların evinde sofra masada kurulurdu.Ben sandalyeye tünemekte zorlanırdım.Bir kere yere kapklandığımı acıyla hatırlıyorum.Çok zordu masada yemek yemek.O yıllarda yer sofrası kurardı annem.Tas kebabıyla birlikte pişen pilav yapardı.Pilavın artasına gömülü küçük bakır tası kaldırdığı zaman et parçacıklarından buharlar çıkar, etin salçası pilava sızardı.Etli yaprak dolmalarını fındık kadar sarardı. Yer sofrasına tepsiyle gelirdi su böreği filan...Memnune Hanımlarda yemeğe kalmaktan hiç hoşlanmazdım.Bir gün Memnune hanım asrilik adına Bursa halk evindeki bir keman resitaline götürüyor bizimkileri.Babam askeri liseden, fakülte yıllarından aşina batı müziğine.Annem ne yapsın.O konserin kabusunu yıllarca anlattı durdu."İçim ezildi gıygıydan, dişlerim ağzıma döküldü sandım. "Memnune hanımın terziliği de vardı galiba.Anneme biçki dikiş,terzilik gösterdiğini hatırlıyorum. Şüphesiz Amerikan kolejindeki ingilizce temsile beni ya Memnune Hanım , ya da kızı Nezahat abla götürmüştür.O gün, o salonda beni etkileyen şeylerin başında balkonda oturduğumuz için aşağıya düşme korkusunu yenip kendimi oyuna kaptırdığım anlardaki ışık oyunları ve bir ara sahneye pamuktan karların yağmasıydı.Yine de çocukların o garip seslerle konuşması yüzünden canım acımış olarak hatırlıyorum o günü.

giderayak

Bilgisayarı açtığım zaman bu sayfaya bir şeyler yazmaya çalışacağım.