3 Ağustos 2009 Pazartesi

Yazete.com

Yazete.com

3 Temmuz 2009 Cuma

2 Temmuz 2009 Perşembe

1 Haziran 2009 Pazartesi

12 Mayıs 2009 Salı

13 Mart 2009 Cuma

Aziz Nesin

Kitapçı Remzi İnanç'ın dükkanı Ankara'da, Zafer Çarşısında idi. Otuz basamak merdivenle inilen bu mekan yer altında köstebek yuvası gibi dallı kollu garip bir yerdi. Kentlerin en değerli yerlerinde böyle gariplikler yaratmakta bizim belediyelerin eli tutulamaz. Sıhıye'de, Ordu evinin karşısındaki yeşil alanın altına inşa edilen bu garip çarşı üstündeki yeşilliği kurutmuştu. 1960lı yıllarda burada ferah bir çay bahçesi vardı. 27 Mayıs darbesi ile ordudan çıkarılan subaylar 21 şubat, 22 mayıs gibi askeri kalkışmaları bu çay bahçesinde planlamışlardı. O yeşil alanın darbeleri önlemek için kurutulduğu bile söylenirdi. Remzi İnanç'ın sahibi olduğu Toplum Yayın evi bu yeraltı mağarasının en dip yerindeydi. Bu daracık dükkan her zaman Remzi İnanç'ın ahbapları ile tıkış tıkış dolu olurdu. Ben de onlardan biriydim. Remzi İnanç, o yılların İşçi Partisi'nin faal bir üyesiydi. Sol içerikli kitaplar önce o dükkana sorulurdu. Remzi İnanç'ın ısmarladığı çayları içerken ne çok insanla orada rastlaşıp tanıştığımı şimdi hayretle hatırlıyorum. Enver Gökçe, Hasan Hüseyin, Ceyhun Atıf Kansu, Özdemir İnce,Metin Altıok, Veysel Öngören, Süreyya Berfe, şairlerden ilk aklıma gelenler. Yazarlardan Orhan Kemal, Orhan Asena, Aziz Nesin, Fakir Baykurt, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Melih Aşık. Tiyatroculardan Ayberk Çölok, Rana Cabbar, Erkan Yücel, Ve daha niceleri.
1972 yılının yaz ayları idi büyük ihtimalle, Remzi İnanç'ın dükkanına uğramıştım. Remzi İnanç,
çok hareketli sosyal yanı çok çeşitli biriydi. Yerinde duramayan bu insanın o daracık dükkanda nasıl olabildiğine inanamazdım. Dükkandaki dost ahbap hareketliliği ona dayanma gücü veriyordu. O gün de Remzi İnanç bir yere ateş yetiştirecekmiş gibi dükkandan çıkıyordu. "Sen dükkanda otur biraz", dedi bana "Aziz ağabeyi, Aziz Nesin'i alıp geleceğim."Sonra birlikte bir yere gideceğiz." Sonra çarşının dar koridorunda kayboldu. O yıllarda taksiye binmek gibi bir lüksü yoktu Ankaralı'nın doğumun, ölümün dışında. Remzi İnaç, epeyi bir zaman sonra kan ter içinde döndü dükkana. "Hacettepe Hastanesine gidiyoruz" dedi. Aziz Nesin'e bir şey mi olmuştu yoksa?
"Benim Diyarbakır Lisesinden edebiyat hocam var ya. İstanbul'da bir gece seni evine götürmüştüm. Selimiye'ye" Nasıl hatırlamam, dedim:"Evet Mustafa Hoca." "Hacettepe'de yatıyor şimdi,"dedi Remzi İnanç," Aziz Nesin'i ona götüreceğim. Sen de gelirsen iyi olur."Sorduğu şeye bak Remzi İnancın. Gelmez olur muyum? Aziz Nesin'le tanışacağim. Ama, o gün sanki sözleşmişler gibi kimse uğramadı dükkana. Remzi İnanç, Aziz Nesi'ni bekletme durumunda kalmaktan huzursuzdu. Her gün tıkış tıkış olan dükkan bu gün sus pus. Bir tanıdık çıkıp gelse ona devir edip çıkacağız. Dükkanın iş zamanı kapalı olması tatsız söylentilere yol açardı hemen. Söylenti hazırdır hep "Remzi İnanç yine göz altına alınmış". "Deme ya, daha önce de mahkumiyeti vardı onun. Vah vah!"Gel de, Aziz Nesin ile hastahaneye gitmek için kapattım dükkanı desin Remzi İnanç. Havadis varacağı yerlere varmıştır. Her neyse dükkan bana kaldı. Hevesim de kursağımda tabii. Remzi İnanç koşarak gitti Aziz Nesin'e. Sonradan öğrendiğime göre Diyarbakırlı edebiyatçı Mustafa Hoca'nın derdi şu imiş. Mustafa hoca ömrü boyunca roman yazmak itemiş. Emekli olunca yazarım diye yıllarca ertelemiş. Emekli olunca da önündeki beyaz kağıtlara bakmaya başlamış. Bir ay, bir yıl. Sonunda işin boyutu psikiyatri kliniğine kadar gitmiş. Remzi İnanç dükkanda 70. kitabını imzalayan Aziz Nesin'e edebiyat hocasının durumunu anlatıyor. Bunun üzerine Aziz Nesin Hastahanede emekli edebiyatçıyı ziyaret etmek istiyor. Benim gidemediğim hastahane ziyaret gerçekleşiyor. Aziz Nesin, emekli edebiyatçıyı teselli için diyor ki: "Hocam uzatma artık. ben yazdım da ne oldu?"

1 Mart 2009 Pazar

1966 yılı Ağustos ayının sonlarıydı. Devlet Konservatuarı tiyatro yüksek bölüm öğrencisiydim. Büyük Tiyatroda temsil edilen "Gök Taşı" adlı bir oyunla İzmir Furarında temsiller vermek üzere İzmir'e gitmiştik. Oyun İsviçreli "Dürennmat" adında çağdaş bir yazarındı. Özdemir Nutku Türkçeye çevirmiş, oyunu Şahap Akalın yönetmişti. Dekor ve kostümü Refik Eren ile Hale Eren yapmışlardı. İlginç bir kadrosu vardı oyunun:Tekin Akmansoy oyunun ana karekterini oynuyordu. Muammer Esi, Nurşen Girginkoç gibi tanınmış oyuncuların yanı sıra erkek oyuncuların çoğu o sırada "Yedeksubay Öğretmendiler.". Erol Amaç,Ejder Akışık,Zafer Ergin,Baykal Saran, Aktan Ünalp, Ankara'nın kenar semtlerindeki ilk okullarda öğretmenlik yapıyorlardı askelik bedeli. 27 mayıs ihtilali sonrası lise mevzunlarına böyle bir geçici hak tanınmıştı. Bu yarı asker oyuncuların dışında, oyunda Muzaffer Gökmen, Fikret Ergin, Erhan Ülkü, Tülay Artuk ve Gülseren Morgan da görevliydi. Öğrenci olarak bir ben vardım.
İzmir'e ikinci defa gidişimdi bu. 1964 yılında İstanbuldaki Arena Tiyatrosu ile Fuara turne yapmıştık. İkisi de İzmir'in sıcaktan bunaldığı aylara rastgelmişti. Dayanılır gibi değildi sıcaklar.
O yıllarda Efes Oteli yeni açılmış, kalburüstü bir kuruluştu. Bizler "Anba Oteli"inde ikişerli kalıyorduk. Benim oda arkadaşım Baykal Saran idi. Efes oteli bizlere yüzme havuzu içinserbest giriş kartıvermişti. Bu dünyalara bedel bir şeydi. O yılların en güzel havuzuydu Efes. Akvaryumluydu. Büyük akvaryumun önü Ameikan bardı. Havuzda yüzenler izleniyordu kafa çekerken. Ama bizlerin orada oturması maddeten imkansızdı. Bir kadeh içki parasıyla biz iki gün karnımızı pek ala doyurabiliyorduk. Havuza davet edilmemizin nedeni o günlerde televizyon olmadığı için radyoda olanpopülerliğimizdi. 50 milyonluk Türkiye bir tek radyo dinleyebiliyordu. Orada da bizim seslerimiz vardı. Erol Amaç ile Ejder Akışık karın doyuma konusunda becerikli organizatörlerdi. İkinci Kordondaki açıkhava köftecileri ile pazarlık ediliyor, kırık dökük masalarda çay bardakları ile rakı içiliyordu. Köfteciden kalktıktan sonra İzmir'in ünlü bar ve pavyonlarını gezmeye başlıyorduk. Ama paramız olmadığı için hiç bir pavyon bizi masalarına oturtamıyordu. "Arkadaşlara baktık", deyip çıkıyorduk yedi tane sap herif. İzmir pavyonlarının kızları çok güzeldiler. Zaten ya Yeşilçam'da artist oluyorlardı, ya da İzmir Kordonda konsimatrist. Fuar zamanı üzümü, inciri, zeytini satan Egel beyleri elli liralık
banknotlarla kızların sigaralarını yakıyorlardı.
Biz de "Gök Taşı" temsillerinde oyun gereği İsviçre Kronlarını bir sobada deste deste yakıp, bir ressamın kaldığı soğuk çatı katını ısıtıyorduk. Bir gece temsilden sonra Devlet Tiyatroları adına aksesuar olarak bastırılmış banknotlardan birer deste cebimize koyup kızlarında gözümüzün kaldığı Numune pavyona gittik. Bir masaya yedi sap herif kurulup iki şişe tekel birası ısmarladık. Çünkü üçüncü şişe biraya paramız çıkışmayabilirdi. Ama bu arada deste deste matbaa banknotlarını masaya atıp, "hesabı sen göreceksin, ben göreceğim" tatavası yapıyorduk. Pavyonun loş ışıkları her şeye müsaitti. Para oyununu iyice azıtıp bir deste parasına, paranın seri numarası tek mi çift mi oynamaya başladık. Pavyondaki garsonaların kızların gözü bizim masadaydı. Lavobaya gidip geldikçe pantolonlarımızın arka ceplerinden banknotlar sarkıyordu. Bir yandan şerefimizle iki şişe tekel birasına talim ediyorduk. Erol Amaç bir gece kızları masaya değil de, Fuardaki açıkhava tiyatrosuna çağırdı. Sevinçten deli oldu kızlar. Ama ertesi gün abartılarak bizim pavyondan kadın kaldırdığımızı, kadınları tiyatroya çağırdığımızı, taa Anakara'ya kadar jurnallanmıştı. Genelmüdürlükte bu konu konuşulmuş durmuş.
Açıkhava tiyatrosunun kulis kapısına kocaman bir uyarı ilanı asılmıştı.
"Kulise her ne adla olursa olsun yabancıların girmesi, davet edilmesi iç tüzüğün 76. maddesine göre yasaktır". İmzalı, kaşel duyuru Ankara'dan gelmiş asılmıştı kapıya.Bu işi kimin yaptığını tahmin ediyorduk. Ne yapalım? Biz de temsilden sonra kızlarla birlikte bir çay bahçesine gittik.
İzmir Tiyatrosunda dekor işçisi göçmen Yakuba Usta vardı. Mısır püskülü sarısı saçları, sonra iri maviş gözleri vardı ama kurbağa bakışlıydı. Karısına bizim için " bürek" açtırmış oyun sonrası sıcağı tüterek getirmişti. Erol amaç "bürek" tepsisine el koydu. Çay bahçesinde oturmuş göçmen böreğini yiyorduk ki, kızlardan biri oyun icabı Erol Amaç'ın sobada yaktığı paraları sordu. Gayrı ihtiyari ellerimiz ceplerimize gitti.Aceleyle banknot almamıştık yanımıza.Masada buz gibi bir hava esti o sıcak İzmir gecesinde. Derken hepimizi bir gülme tuttu. Sinirlerimiz bozulmuştu. Adı sanı olan eşşek kadar yedi tane herif sıradan bir pavyonda bir şişe bira içmeye muktedir değildik. Kızlardan biri
"Biz o paraların sahte olduğunu daha siz pavyona girerken anlamıştık."dedi.
Biz yedi sap herif gülmeyi kesip yerin yedi kat dibine bir daha girerken, Zafer Ergin:
"Bal gibi yuttunuz."dedi." Anlasaydınız, açıklar refüze ederdiniz bizi pavyonda. "
Kızlar hemen itiraz ettiler.
"Dünyada yapmazdık, ölümü gör yapmazdık. Çocuklar gibi ne güzel oynuyordunuz paralarla." Bir duygusal an oldu masada. Kızlardan biri pat diye söyledi lafını.
"Para erkeğin elinin kiridir."
Bu sözler burun direklerimizi sızlatmıştı. Fuarın binbir ışığına bakıp iç çekiyorduk çaktırmadan. Kızlardan biri "Bizim mesai saati yaklaştı. Biz gidelim." dedi.Kalktı yürüdüler.Birden kızlardan en sessiz olanı hiç konuşmayanı bize döndü.
"Mutlaka bekleriz" dedi."Biralar benden !"
Fuar'ın sağa sola sürüklenen kalabalığına karışıp kayboldular.

26 Şubat 2009 Perşembe

Safran ve Ayvalı Pilav osmanlı mutfağı - Teknolojinin Adresi & TEKplatform

Safran ve Ayvalı Pilav osmanlı mutfağı - Teknolojinin Adresi & TEKplatform

Ev Cini: Ye-8 Saray Mutfağından Lezzetler

Ev Cini: Ye-8 Saray Mutfağından Lezzetler

Osmanlı Mutfağı... - Baktabul.CoM, Msn messenger ifadeleri, Avatar, gif, smiley, Resimli Siirler, izle, indir, Komik Resimler, programlar, Resimleri, Haberler

Osmanlı Mutfağı... - Baktabul.CoM, Msn messenger ifadeleri, Avatar, gif, smiley, Resimli Siirler, izle, indir, Komik Resimler, programlar, Resimleri, Haberler

kibele'nin mutfağı: Osmanlı' dan sakızlı pilav

kibele'nin mutfağı: Osmanlı' dan sakızlı pilav

Pilavlar - Yemek tarifleri, en güzel tarifler, ramazan yemekleri, iftar sofraları, yemek kategorileri, sahur özel, pişirmek - Yemex - www.yemex.com

Pilavlar - Yemek tarifleri, en güzel tarifler, ramazan yemekleri, iftar sofraları, yemek kategorileri, sahur özel, pişirmek - Yemex - www.yemex.com

Buhara pilavı tarifi Pilavlar pilav çeşitleri tarifler tarifi yöresel pilavlar erzincan mengen bulgur pilavı tarifleri

Buhara pilavı tarifi Pilavlar pilav çeşitleri tarifler tarifi yöresel pilavlar erzincan mengen bulgur pilavı tarifleri

II. Abdülhamit'e suikast girişimi - Tarih Öğretmeni & Tarih Dersi Forumu

II. Abdülhamit'e suikast girişimi - Tarih Öğretmeni & Tarih Dersi Forumu

Kasablanca - (casablanca)(1942)türkçe Dublaj Dvdrip

Kasablanca - (casablanca)(1942)türkçe Dublaj Dvdrip

22 Şubat 2009 Pazar

Jim's Bar, kaldığım Broadway Milenium otelinin 38. sokağa açılan kapısının tam karşısındaydı. Otelin hiç bir mekanında sigara içilmediği için 46.kattan inip sokakta sigara içiyordum. Akşam saatlerinin dışında 7.cadde ile 8.caddeyi birleştiren bu sokağa iri Amerikan kamyonları korkunç sesler çıkararak girip çıkıyorlardı. Hava boğucu sıcaktı. Klimalar deli gibi çalışıyor, yaz zaatüresi yapmak için sanki insanı kovalıyorlardı. Otelin hemen yanında matine ve suarelerinde eski amerikan müzikalleri oynayan tarihi bir tiyatro vardı. O tiyatronun gölgesine sığınıp iri bir yangın musluğunun üzerine oturuyordum. Ardına sigaralar içiyordum 46.kattan daha geç inmek için. Jim's Bar tam karşımdaydı. Barın yuvarlak camlı çat çut açılıp kapanan kapısından içerdeki loş gece ışığını görebiliyordum. Devasa meyve kamyonlarının kızgın homurtuları, sıcak asvalt, Newyork'un uçsuz bucaksız betonu soluk aldırmıyordu. Jims barın soğuk mavi ışığı ise bir serinlik umudu vaad ediyordu. Kalktım yerimden, olur abelki orada kaçamak sigara içirirler hayaliyle bara girdim. İnsanca bir serinliği vardı barın. Bu harika bir şeydi. Dar bir koridor gibi uzayan barın duvarlarında çok yıllar önce yapıştırılmış siyah beyaz fotoğraf kartpostalları vardı. Siyahi boksörler iri boks eldivenleriyle gard alarak poz vermişlerdi. 1950li yılların bir siyah beyaz filmine girmiş gibi oldum. Barın tezgahının üstü silinmekten aşınmış beyz mermer kaplıydı. Mermer beyazlığında güzel bir kız bakıyordu siparişlere. Bir grup genç ellerinde buğulu bira şişeleri aralarına aldıkları genç kızlarla kaynatıyorlardı. Tezgahın sonunda iri yarı yaşlı bir siyahi dimdik duruyordu. Nedense içimden"Jims bu olmalı " diye geçirdim. Bardaki güzel kız
ne istediğimi sordu. Madensuyu sodası istedim kızdan 5 dolar uzatarak. Sonra bütün cesaretimle sordum.
"Şu beyfendi Jims mi?"
Güzel kız kocaman bir "Evet" yapıştırdı.
Sonra yaşlı Jims'e dönüp dolu dolu bir öpücük gönderdi. Jims çok ince bir hareketle kabul etti güzel kızın öpücüğünü.
Kenarına yeşil limon dilimi takılmış uzun bir bardaktan sodamı içerken yaşlı Jims'in bütün heybetiyle yanımda durduğunu farkettim. Derinden bakıştık bir süre karşılıklı. Sonra iri elini omuzuma koydu: "Nerede boks yaptın?" dedi.
Ben utancımdan kasıldım kaldım Jims'i yanılttığım için.
" Hiç bir yerde." diyebildim utana sıkıla.
Jims bir süre tatlı tatlı baktı:
"Böylesi daha iyi dedi."

New York geyiği gibi oldu bu hikaye.
Ama aynen öyle oldu.

,

20 Şubat 2009 Cuma

1952 yılında babam Ankara'nın Atıf bay mahallesinde ahşap bir kasaba evinin yarısını satın almıştı. Evimiz İhsan Sungu İlkokulunun hemen karşısındaki bir yamaçtaydı.Evi satın aldığımız marangoz İbrahim efendi yetmiş yaşlarında zayıf, titrek bir adamdı. Ankara'ya Beypazarı kasabasından gelmişti. Nine dediğimiz yaşlı karısıyla evin öbür yarısında oturuyordu. İbrahim efendi Sakarya savaşına katılmıştı. Evinin bahçsindeki kırık dökük marangoz tezgahında mutfaklar için küçük tel dolapları yapıp İsmet Paşa pazarında satardı. O zamanlar hemen hiç bir evde buz dolabı yoktu.Bakkallarda, kasaplarda da soğutucu bulunmazdı. Beypazarlı İbrahim Usta, el rendesi ile çam tahtalarını düzeltirken ortalık mis gibi çıra kokardı. İbrahim efendinin keyfi yerindeyse Yunanlılarla Sakaryada nasıl savaştıklarını, mısır koçanını değirmende öğütüp ekmek yaptıklarını anlatırdı. Bir kaç yıl sonra İbrahim Usta oturduğu evi Sivaslı bir PTT hat döşeme çavuşuna satıp, Beypazarına gitti. Yeni komşularımızın Yüksel adında bir oğlan çocukları vardı.Yükselin ablasının adı Meliha idi. Genç kız PTT'nin şehirler arası santıralinde çalışırdı. Yüksel, Ulus semtindeki Erkek Sanat Okulunda okuyordu. Çok uyumlu, arkadaş canlısı bir çocuktu Yüksel. Yardım etmeyi, paylaşmayı severdi. Annesi Mevhibe hanım da uysal, güler yüzlü hatırşinast bir kadındı.Saçları bembeyazdı Mevhibe hanımın. Gazi Lisesine başladığım
zaman aynı semte olan okullarımıza sabahları Yüksel ile beraber giderdim.Yüksel, Ulus'taki orta sanattan sonra o zamanlar uzak bir semt olan Gazi mahallesindeki Erkek teknik okuluna gitmeye başladı.Bizim de keyifli yol arkadaşlığımız bitti. Yüksel çok sıcak kanlı sosyal bir çocuktu. Yaz tatillerinde bir işe çırak girer çalışırdı. Ben de ondan heveslenerek MTA kurumunun matbaasında, mücellithanede çalışmıştım. Onunla birlikte gazete, gazoz, ciklet sattım. Fevkalade dürüst bir çocuktu Yüksel .Ortak iş yaptığımız zamanlar benim payımı hep yüksek tutardı. O yıllarda Kalaba semtinde bir havuz vardı. Küçük bir parkın süs havuzuydu bu. Semtin çocukları yaz sıcağında o havuza donlarıyla doluşurlardı. Biz de mahalleden bir kaç çocukla gider suya atlardık. Yüksel telefon hat çavuşu olan babası Akçakoca'da hat çekerken yanına gitmiş, karadenizde yüzmeyi öğrenmişti. Kalaba semtindeki o küçük havuzda Yüksel de bana öğretmişti yüzmeyi. Yıllar sonra İstanbul Bostancı plajında ilk defa denize girmiş ve aslanlar gibi yüzüp geçmiştim. Yüksel'in arkadaşlığını unutamam. Yeri gelmişken hemen not edeyim. 1998 yılında
benim "Kendi Gökkubbemiz" oyunumla bursa Devlet Tiyatrosuna turne yapmıştım. Yüksel tam
kırk yıl sonra çıkıp gelmişti tiyatroya. Daha uzaktan görür görmez tanıdım.Karısı da yanındaydı.
Almanya da otuz yıl tekniker olarak çalışmış, emekli olmuştu. Temsili seyrettikten sonra beni evlerine götürdüler.Koyu bir Alaman Sosyalist Partisi üyesi idi Yüksel. Politika konuştu durdu.
Benden reaksiyon alamayınca bel ki bozuldu da. Ama ben onun o çocukluk arkadaşlığını hiç ama hiç unutamadım.
Yine Atıfbey mahallesindeki eve dönüyorum.İki katlı, ama derme çatma bir evdi burası. Çok güzel günler yaşadık o evde. Evin önündeki boş arsaya ağaçlar diktik.Tavuk kümesleri yapıp,cins tavuklar yetiştirdik. Sayısız kedi köpek baktık. Kışın kızak kaydık. Ben konservatuara yatılı öğrenci olarak girmiştim. Yükseller, Anıttepe'de aldıkları bir apartman katına taşınmışlardı .Bir yıl sonra bizimkiler de Kocatepede aldıkarı bir apartman dairesine taşındılar. Bok vardı apartman dairelerinde. O yeni evden hiç hazzetmemiştim. Kısa bi zaman sonra annem ,o sağlıklı kadın birden hastalandı. Ben yatılı olduğum için çok az kalabiliyordum yanında. Annemin kanser olduğunu saklamışlardı benden. Yedeksubayda iken 17 kasımda 1971 kaybettim annemi.
27 mayıs darbesi sırasında Ayıf Bey mahallesindeki evdeydik henüz. 27 mayıs sabahı babam ağabeyimle beni uyandırdı. Radyoyu açın dedi. Ağabeyim evin lambalı Phlips radyosunu sürekli söker takardı.Onun için her el attığımızda çalışmazdı radyo. Babam Üniversiteden ya da eski subay arkadaşlarından bir şeyler duymuş olacak ki, gün doğmadan bize radyoyu açtırıyordu. Uyku sersemi kalktık, açtık radyoyu. O yıllarda radyo gece 24 de kapanırdı. Radyo da ses yoktu. Ama ağabeyim verici radyo istasyonun çalıştığını söyledi. Evet ,yayına hazırlanan bir dip sesi vardı radyoda. Derken Harbiye Marşı yükseldi radyodan. Ardından Alpaslan Türkeş'in kalın ,çatallı sesi duyuldu. "Muhterem vatandaşlarım.Bu andan itibaren TSK elele vererek idareye el koymuştur." Ağabeyimle ben evin alt katında yatıyorduk. Bir kaç basamak taş merdivenle iniliyordu alt kata. Baktım, babam taş basmaklara oturmuş göz yaşlarını siliyordu. Ben hemen bitişiğizdeki Yüksellerin evini uyandırıp radyoyu açmalarını söyledim. Yüksel ise bütün mahalleyi uyandırıp İhtilali duyurdu.
Gazi lisesi bitmişti. Bir yaz günü ağabeyimin Tıp Fakültesinde okuyan arkadaşı Muzaffer, elinde pırıl pırıl bir valiz çantayla biz egeldi. Valizin parlak kilidini ve kapağını açtı. Kahvaltı tabağı büyüklüğünde karşılıklı iki yassı, şeffaf makara çıkyı ortaya. Nedir bu?"Teyp" dedi Muzaffer. Ses kayıt makinesi. Sırayla hepimizin seslerini kaydetti. Dinletti bir bir. Gülmekten kırılıyorduk teypten gelen sesleri duydukça. ben en sona kalmıştım. Ben de sabun muhafazasına benzeyen mikrofanakonuştum. Makarayı başa alıp dinletince herkes şaşırdı kaldı. Ulan radyo gibi konuşuyordun sen. Hele bir daha konuş, şu şiiri de oku. "Vallahi Ankara radyosu gibi" O günün
hayatımın bir dönüm noktası olacağını nereden bilirdim. Sonraki zamanlarda ben kısa radyo oyunları yazacak, Atıfbey'in gençleriyle oyunu mikrofonda temsil edecek;Muzaffer'in valiz teypi ile kaydedip, mahalli bir radyo olan meteoroloji radyosunda bir yaz boyu pazar sabahları yayınlatacaktım.Bir yıl sonra da Konservatuar Tiyatro bölümü öğrencisi olacaktım.

18 Şubat 2009 Çarşamba

27 mayıs1960

Gazi lisesinin son sınıfındaydım. 6.Fen.D olarak tanımlanıyordu sınıfımız. Delişmen seksen tane delikanlının bir sıraya üç kişi sığışarak nasıl ders yapabildiğini şimdi hayal bile edemiyorum. Öğretim kalitesi olarak Ankara'nın en iyi lisesi üstelik bizim Gazi Lisemiz. Uzay geometrisi, integral hesapları, inorganik kimya ve mekanik ve optik fizik okuyoruz. İngilizce, Almanca öğreniyor, Divan edebiyatı şiirlerinin aruz kalıplarını çıkarıyoruz.
On altı yaşındayım. Benim ve bir kaç öğrencinin dışında yoksulluk diz boyu. Öğrencilerin bütün gıdası helva ekmek. Ama boru gibi on beş kuruşluk üçüncü marka sigaraları tüttürüyoruz ders aralarında arka bahçede. Sonra da deliler gibi de futbol oynuyoruz. Göztepe'li Çağlayan, Fenerbahçeli Ziya ,Onursal bizim okulda. Okulumuz tarihi Ankara'nın meşhur Hergele meydanında. Eskiden Ankara'ya dışardan gelenler atlarını buraya bırakırlarmış. Sahipsiz at demektir ya Hergele. "Şimdi de sizi bağladık Hergele meydanına"diyor coğrafyacı Deli Adile sınıfa kızınca. Hemen yanımız bitpazarı. Ama antika eşyaların satıldığı bit pazarları sanılmasın. Korkunç bir yoksulluk el değiştiriyor kırık dökük dükkanlarında. Her yer vıcık vıcık çamur.Sıçrıyor, bulaşıyor.Kapkara linyit kömürü tozu her adımda. Yılda bir kere tepeden tırnağa tutuşup yanıyor bitpazarı. Yangın ateşi okulun çatısına sıçrayacak telaşı bakımsız itfaiye bölüğünde. Dersler kaynıyor ya keyifle seyrediyoruz yangını. Üç beş gün sonra yangın yerinde eskisinden daha yoksul barakalar çatılıp çıkacaktır. Neyse, bu mezbeleliği geçtikten sonra geniş bir bulvar açılıyor karşımıza. Ankaranın meşhur Atatürk bulvarıdır burası. Ulus meydanından taa Çankaya köşküne kadar. Tek parti döneminde üstü başı yoksul olanlara, köyden gelenlere yasak olan caddedir burası. Çankaya köşkünde geçen seneler Celal Bayar cumhurbaşkanı olarak otururdu. Şimdi 27 mayıs darbesinin başkanı General Cemal Gürsel var. Yine bu günlerde Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ıssız Yassıada'da infaz edilmeyi beklemekteler. Galiba adam asma alışkanlığı var bizim toplumun. Bilinç altımız garip bir haz duyuyor adam asmaktan. Ölümü bekleyen bu üç insanı bir kaç defa yakından görmüştüm. Çok düzgün, itinalı, haysiyetli, güven veren insanlardı. O günlerin Türkiye'sinde büyük, tarihi bir lekenin üzerimizde asılı olduğunu nasıl bilebilirdik ki? Neyse, demek zor. Ama neyse, Atatürk Bulvarı ile Gençlik Parkının arasında gül kurusu büyük geometrik bir bina var. Yapının ana girişinde gözenekli traverten taşından iri sütunların taşıdığı geniş bir örtü bulunuyor. Burayı geçince kristal camların ışıdığı yüksek, geniş bir kapıya ulaşılıyor.
Binanın dışını daha küçük sütunların taşıdığı bir revak boydan boya sarmış. Revakın ve sütunların bitiminde birkaç basamakla ulaşılan granit taşı döşenmiş avludan geçince camlı bir kapıya ulaşılıyor. Ankara'nın yeni Opera binası burası.
Gazi lisesindeki bizim sınıf bu binadaki bir tiyatro temsili için pazar matinesine toplu bilet almış. Biletin ücreti bir lira. Belediye otobüsleri on beş kuruşa yolcu taşıdığına göre, bir liranın değeri ortaya çıkar. Kar kıyamet bir günde Operanın önünde bizim sınıftan on kişi kadar toplanıyoruz. İri taş sütunları geçip, kristal camlı kapıdan girince, birden kaf dağının ardındaki masal sarayına ulaşmışız gibi afallıyoruz. Her yer pırıl pırıl mermer. Gül kurusu renkteki yüksek tavanın geometrik desenlerinin ortasında altın gibi ışıldayan yıldızlar bakıyoruz. Kafamızı çevirince büyük bir mobilya kapının üstünde yine altın renginde Cumhurbaşkanlığı forsu ışıldıyor. Yüksek duvarlarda güneş ışınlarını süzüldüğü renkli vitraylar sıralı. Bir duvarda antik mitolojiden bir sahneyi canlandıran boydan boya bir freks görüyoruz. Desenler yarı çıplak.hemen oralarına kayıyor gözlerimiz.Neyse, bizim yerlemiz yukarda balkondaymış. Eski, yamru yumru boyasız ayakkabılarımızla pırıl pırıl mermer basamaklara bastıkça içimiz eriyor.
Merdiven korkuluklarının tutamakları da altın ışıltısında. Ulaştığımız üst galeride nar kırmızısı hakiki marokenden dinlenme koltukları var. Önce biri bizi görüyor mu diye çekinerek, az sonra keyfini çıkarmaya başlayarak nar kırmızısı maroken koltuklara gömülüyoruz. Duvarlarda ressam Turgut Zaim'in, Cemal Tollu'nun, Eşref Üren'in yağlıboya tabloları var. Ne garip ve akıl almaz bir olgu ki, sabah akşam helva ekmek yemekten kurdeşen döken o hergele meydanının öğrencileri bizler, bu ressamları tanıyabiliyoruz. Az sonra Sophokles'in, Kral Oidiphus
adlı tragedyası başlayacak. Ve bizler kumaşı tersyüz takım elbiseler içinde yamru yumru ayakkabılarımız, eşşek kırkılmış gibi saç traşlarımız, ergenlik sivilcelerimizle Sophokles'i de, Kral Oidiphus'u da, tanıyoruz. Oidiphus'a kahinin sorduğu bulmacayı bil biliyoruz. "Sabah dört ayaklı, öğlen iki ayaklı, akşam üç ayaklı mahluk nedir?"Cevap hazır:"İnsan". Sopholse'i biliyoruz ama biz Şeyh Galip'i, Baki ve Nedim'i, Kaşkarlı Mahmut'u da biliyoruz. Üst galerideki nar rengi maroken koltuklara daha bir gömülüp, onbeş kuruşluk üçüncü marka sigaralarımızı yakıp, yüksek vitrayların zümrüt yeşili, kan kırmızısı, turkuvaz mavisi camlarından sızan güneş ışınlarına doğru dumanlarımızı savuruyoruz.

3 Şubat 2009 Salı

27 Ocak 2009 Salı

Turgut Dayımız havayollarından emekli bir pilottu. Büyük babam, anneannemin ölümünden bir kaç yıl sonra ikinci evliliğini yapmış. Yeni eşi Cavidan hanımın Turgut adında yetişkin bir oğlu varmış. Turgut Dayımız ile olan aile bağımız biraz böyle dolambaçlıydı. Ama onu öz dayımız gibi hep sevmişizdir.
Turgut Dayımız küçük yaşlarından itibaren askeri okullarda okumuş, yaman bir savaş pilotu olarak yetişmişti. Daha sonraları sivil havacılığa geçen Turgut dayımız bu son kriz sırasında emekli edilmişti. Bu beklenmedik emeklilik karşısında dayımız Zeyrek yokuşunda babasından kalma eski bir istanbul evine çekildi. Hayal gücü geniş, ağzı güzel laf yapan, dünya gailesi tanımayan, etkileyici bir insandı. Bir gün Turgut Dayımızın genç bir bayanla ikinci evliliğini yaptığını duyduk. Bu sürpriz haberi bize dayımızın büyük ablası İclal hanım getirmişti bize. Akraba olarak Turgut dayımızla aynı mesafede olmasına rağmen bu İclal hanımla bir sıcaklığımız yoktu. Zeyrek yokuşundaki eski evde İclal hanımın da miras payı varmış. Kardeşinin evlendiğini öğrenen İclal hanım eski evin yeni ev sahibesinden tedirgin olmuşmuş. Yaşlı kadının evdeki miras payı bir kazaya uğrar diye korktuğu anlaşılıyordu. İclal hanmı teselli ettikten sonra yatıya alıkoyup yalnız kalmayacağına dair moral verdik. Bir haftaya yakın bir misafirlikten sonra İclal hanmı Zeyrek yokuşuna götürmek bana düştü.
O günlerde Turgut Dayımın mumu iki ucundn yaktığını fark ettim. Bir yanda bitmeyen istekleri ile sorumsuz bir genç kadın. Öte yanda gökyüzünden dolaşan, idelist bir ruh. Kısacası sevgili dayımızın hiç tükenmeyen traji komik durumlar yaratma yeteneği var gücüyle işlemeye başlamıştı.

24 Ocak 2009 Cumartesi

Neden beşiktaş:


1971 yılının sonbaharı idi. O günkü adı 'Kültür Sarayı' olan bu günkü Atatürk Kültür Merkezinde iki ayrı oyun sahneleniyordu. Bunlardan biri 'Cadı kazanı', öbürü ise 'IV. Murat' idi. O yıllarda Turizm Bankasının işlettiği Taksim'deki, 'Dilson oteli' inde kalıyorduk. Mütevazı maaşlarımızın yanına turne harcırahı eklenince İstanbul'da rahat bir soluk alıyorduk. Mesela haftada bir kaç gün Hacı Salih lokantasında yemek yiyebiliyor, Çiçek Pasajında patlayıncaya kadar bira içebiliyorduk. Rakı sofraları bütçemizi aşan bir keyfiyetti. İşte böyle günlerden birinde Tiyatro ile Bale arasında bir futbol maçı düzenlendi. Bana Ankara Konservatuar'ı takımında olduğu gibi kaleci olarak yer verilmişti takımda. Hiç unutmam bir Pazar günü ODTÜ ile yaptığımız maçta iki

penaltı vuruşunu kurtarmış,maçın berabere bitmesini sağlamıştım. Dört yıl sonra kaleci olarak görevlendirilmemde o günlerin etkisi olmalıydı.

Futbol karşılaşması bu gün Çırağan oteli olan Beşıktaşın Şeref Stadında olacaktı. Şeref Stadı yanık Çırağan sarayının yangın yeri olan arsasına tahta türübünlerle kurulmuştu. Çamur deryası bir yerdi. Maçı ünlü Galatasaraylı futbolcu Gündüz Kılıç'ın kardeşi Gürbüz Kılıç organize etmişti.Dilson otelinin müdürlüğünü de yapan Gürbüz Kılıç, adına layık aşırı kilolu toparlacık bir zattı. Maçın hakemliğini de o yapacaktı. Zannediyorum onun organizasyonu sonucu Devlet Balesi takımına Vefa Sporun yeşil-beyaz forması, Devlet Tiyatrosuna da siyah-beyaz Beşiktaş forması uygun görülmüştü. Sonunda Kasım ayının bir Çarşamba günü öğleden sonra formalarımızı giyip
Şeref stadına çıktık. Seyircilerimiz, Balerinler ve Tiyatroculardı. Tercüman gazetesinin İnci adlı magazin ekinin muhabirleri de maçı izleyeceklerdi. Durmadan fotoğraf flaşları patlıyor, heyecanımız yükseliyordu. Ben 1958 de Beşiktaşı Anakara da seyretmiştim. Hacettepe ile Türkiye kupası için karşılaşıyorlardı.Kaleci Necmi idi. Kedi kaleci idi lakabı Necmi'nin. Gerçekten çok supleksli bir kaleciydi. Hava da yön değitirdiğine bizzat tanık olmuştum. Ünlü Recep Adanır
da takım kaptanıydı. Şimdi ben Necmi'nin uçtuğu, mucizeler yarattığı kaleyi koruyacaktım. Sonuçta Gürbüz Kılıç'ın biz tiyatrocuları fena halde kollamasıyla maç berabere bitti. Ama ben kaderin bir cilvesi olarak bir penaltı vuruşunu uçarak kurtarmış, Konservatuardaki efsanemi Şeref stadında da sürdürmüştüm. Maçtan sonra Beşiktaş hamamnına gitmiştik kulaklarımızın içine kadar dolan çamurdan arınmak için. Tellak bana hangi takımı tuttuğumu sorunca terddüt etmeden Beşiktaş demiştim. Oysa çocukluğumdan beri Fenerbahçeliyim diyordum. Bu temel değişiklik birdenbire Beşiktaş hamamında olamamıştı elbet. Daha önceki yıllar yaz tatillerinde Can Gürzap ve Muammer Çıpa ile Kadıköy'de buluşurduk. Hatta, haftalarca onlarda misafir kaldığım olurdu. Mehmet Keskinoğlu'nun ailesi de misafir eder yatıya alıkoyarlardı.Mehmetlerin evi Kurbağalı Derede idi. Çevrem koyu fenerbahçeliydi. Böyle misafirliklerden birinde tanıştığım
Kadıköy sosyetesinden bir kız bizleri Moda deniz kulübüne, Büyük Kulübe davet ederdi. O atmosfer hiç bana göre değidi. Bulunduğum yerlerde sesimden hemen tanınıyor,televizyonu olmayan bir memlekette radyo yıldızı muamelesi görüyordum. Ama ben Fenerbahçeyi ve Fenerbahçeliliği hiç böyle hayal etmemiş düşünmemiştim. Benden çok uzak ve yabancı bir diyardı Fenerbahçe. Bu temel kırıklık ve yadsıma Beşiktaş Hamamın'da dile gelmişti. Benim yaşam iklimim güzelim Beşiktaştı. Beşiktaş'ın deniziydi, iskelesiydi, meydanıydı, meyhaneleriydi, çarşısı ve özellikle mütevazi hal hatır bilir insanlarıydı. Şimdi durup durup 'çok şükür Beşiktaşlıyım' diyorum.
tertemiz insanlarıydı.

23 Ocak 2009 Cuma

Gecemiz gündüzümüz "Ergenekon" olunca kırk yıl öncesine gittim. Ankara Devlet Konservatuar'ın son sınıfında 'Öğrenci Derneği'ne başkan seçilmiştim. Piyanist Ersin Oyman ile Komposizyon öğrencisi Sarper Özsan yardımcılarımdı. Bu tür sudan sepetten işlere hiç bir zaman yüz vermemişimdir. Ama okuldaki gruplar arasında dengeyi sağlamam adına oy birliği ile başkanlık üzerime yıkılmıştı. O günlerde Pariste meşhur 68 kuşağı öğrenci hareketlerini başlatmıştı. Bizde de İşçi partisinin gençlik kolu durumunda Fikir Kulüpleri Federasyonu kurulmuştu. Komposizyon öğrencisi olan Sarper Özsan'ın ısrarı ile bir akşam üzeri Konur sokaktaki eski bir apartmana gittik. Soğuk bir gündü. Kapıdan girerken "Ankaranın taşına bak" türküsünün bir ilahi gibi okunduğunu duydum. Apartman dairesinin salonu balık istifi doluydu. Islak kösele ve yoğun bir ter kokusu dayanılacak gibi değildi. Kalın siyah bıyıklı hayli geçkin bir genç akortsuz bir sazla türküye eşlik ediyordu. Daha sonraları bu derbeder atmosferin Devrimciliğin temel jargonu olduğu öğrenecektim. Sarper Özsan'a, orada daha fazla kalamayacağımı söyledim. Sarper'in kırıldığına emindim. Sonuçta o kaldı ben kendimi sokağa attım. 1969 yılının Haziran ayında Devlet Konservatuarı'nı birincilikle bitirdim.Ve aynı hafta Devlet Tiyatrolarına stajiyer sanatçı olarak girdim. O günlerde Sarper Özsan, bizim Kocatepedeki eve geldi. Öğleden sonra Dil Tarih Öğrenci derneği başkanı Celal Kargılı'nın meclisi protesto etmek için bir öğrenci eylemi yapacağını, bizim de katılmamız gerektiğini söyledi. Sarperi bir daha kırmak istemiyordum. Sarper Özsan 'ın bu ısrarında gizli bir meydan okumanın olduğunu sezdiğim halde kabul ettim. "Öğrenci başkanısın madem, sen de eylem koy!" demeye getiriyordu. Her neyse, eylem yapılacak toplantı yeri Akay yokuşunun başladığı yerdi. Bizim eve bir kilometre uzaklıkta var yoktu.Celal Kargılı çok karizmatik, sevimli, deli dolu bir kıdemli öğrenciydi. Daha sonraları Adana milletvekili oldu, epeyi ses getirdi. Sonra da genç yaşta öldü. Toplantı mahallinin hemen yanı İflas etmeden önce Öğretmenler bankasının genel müdürlük binası olan yapı o günlerde bir inşaat sahasıydı.Toplanan kızlı erkekli öğrenci gurubunun içinde kılksız bir kaç kişinin o inşaattaan tuğla taş kiremit getirip bir bahçe duvarının arkasına yığdıklarını gördüm. Sarper'e " Bu taşlar neyin nesi ?"diye sormama vakit kalmadan, Sarper'in o tipsiz heriflerle taş tuğla topladığını gördüm. Bana göre işler değildi bunlar.
27 Mayıs darbesini günü gününe yaşadığım için, salaklık mevzuunda deneyimliydim. Uzatmayayım bir ara sivil bir emniyet görevlisi megafon ile Celal Kargılı'yı Büyük Millet Meclisine yaklaşmamasını ikaz ettiğini duydum. Sivil emniyetçi Meclis'e şu kadar metre mesafede gösteri yürüyüşü yapmanın ceza yasasının şu maddesine göre yasak olduğunu tane tane söylüyordu .Ben Sarper'e gideceğimi söyledim. Ama tam o sırada "Furuko" denilen toplum polisinin Meclise doğru yürüyen gençleri coplayarak topladıklarını gördüm. Bir yandan yağmur gibi taşlar uçuşmaya başlamıştı üzerimizden. Sarper taş atmak için duvarın arkasına koşarken ben akay yokuşuna doğru hızla yürüyerek uzaklaştım oradan.
Bir gün sonra YeniOrtam gazetesi Celal Kargılı'nın eylemini manşet yapmıştı. Kapı çalındı "Aa yine Sarper Özsan. İçeri girmiyor benim hemen çıkmamı istiyordu.Giyindim çıktım. Eylem sırasında göz altına alınanlara destek olmak için Büyük Adliye'ye gitmemiz gerekiyormuş. Tamam gidelim dedim. Anafartalar caddesin gittiğimizde Adliye'nin önündeki dar kaldırıma yığılmış öğrencisi az, tipsizi, çakalı çok bir kalabalık gördüm. Karma karışık kalabalık Adliyenin demir kepenkli büyük kapısına saldırıyordu. Tam o sırada şiddetli bir firen çarpma sesi duydum. Bir Mamak münibüsünün önünde fırlatılmış bir yastık gibi asvaltta sürtünerek kayan bir insan gövdesi gördüm. Adliyenin kapısından polislerin kovduğu kalabalıktan birinindi bu cansız gövde. Sonradan öğrendiğime göre adı Savaşmış gencin . Üniversite öğrencisi de değil. Sitelerde götür getir işleri yapıyormuş zavallım. Bir gün sonra Yeni Ortam gazatesi Polisin öldürdüğü genç bu gün toprağa verilecek diye yazıyordu bu trafik kazasını. O gün İşçi partisinin Mithatpaşa caddesindeki genelmerkezine gittik Sarperle. Başkan Mehmet Ali Aybar, devrimlerin kan ve göz yaşı ile başarıya ulaşacağını söyledikten sonra partilililerden topladığı beşlik onluk banknotlardan oluşan bir tomar parayı Bilal Mogol'a cenaze masrafı olarak verdi. Sitelerede mobilyacıların ayak işleine koşturan zavallı Savaşı, Asri mezarlığın seçkin parsellerinden birine gömdük. İmamın dualarına amin dememek için daha önceden gereken direktif verilmişti. Mezar örtüldükten sonra
Zülküf Küpeli oradakilere devrimci andı yaptırdı. Çok değil bir hafta sonra Sovyetler Birliği tankları Çekoslavakya'ya girdi.
Bu Ergenekon dalgaları kırk yıl sonra nasıl anlatılır acaba?

19 Ocak 2009 Pazartesi

New York'a üçüncü kez gidişim ocak ayına rastlamıştı. Daha önceleri New York'un boğucu sıcaklarına yakalanmıştım. Allahtan bu sıcaklar sür git değildi. Üç beş gün sonra birden bastıran şiddetli bir okyanus yağmuruyla serinliyordu ortalık. Ama o üç sıcak gün yaşanmamış bir zaman olarak bulanık bir iz bırakıyordu geride. Sağnak yağmurdan sonra yoğun okyanus kokusu gökdelenlerin arasında eser şehri dolaşmak için derin bir istek uyandırırdı. New York'u ne kadar gezip tanıyabildimse o şanslı günlerde gerçekleşti. Üçüncü gidişimde Ocak ayının tatlı bir soğuğu vardı New York'ta. Zaman zaman kar serpiştiriyor, beyaz bir dantel gibi izler bırakıyordu granit kaldırımlarda. Bu defa bir otelde değil de New York'un eli yüzü düzgün bir semtinde bir apartman dairesinde kalıyordum. Bulunduğum semt ünlü Up Eastside'de bölgesindeydi. İki bulvarı doğuya yönünde geçince Metropolitan Müzesine ulaşabiliyordum.Sabahları İstanbul'da alıştığım ezan vaktinin tam karşılığı olan bir saatte uyanıyor, hemen toparlanıp 8. bulvara iniyordum. New York'un uğultulu gece seslerinin bitip, sabah seslerinin başlayacağı an arasında bir saatlik sessiz bir zaman dilimi vardı. Kuş cıvıltıları duymak bile mümkündü bu geçici sessizlikte. İstanbulun sabah simitine karşılık New York'un yuvarlak Bageti vardı. Baget ve benzerlerinin satıldığı dükkanların buğulu vitrin ışıkları alaca karanlıkta ıslak kaldırımlara aksederdi. Ama benim derdim Starbuck kahvesinin o harika sabah tadıydı. Daha dükkan kapısından girince o güzelim kokuyu içmeye başlardım. 8.Bulvara indiğimde Starbuck dükkanı daha açılmamış olurdu. İçerdeki solgun ışıkta, Starbuck kahve çekirdeklerinin en koyu, en parlak renklerindeki üç gencin yumuşak, rahat hareketlerle hazırlık yaptığını görürdüm. O sırada New York'un belki on çeşit ücretsiz reklam gazetesi kaldırımlardaki yerlerine konmuş olurdu. Starbuck dükkanlarının önünde mekanın elverdiği kadar demir masa ve sandalyeler yer alırdı. Reklam gazetelerini demir sandalyenin nemli tahtalarına serer otururdum. Gökdelenlerin arasındaki gökyüzü boşluğu hiç beklemediğim bir yönde ağarmaya başlardı. İstanbul'un doğusuna alışık olduğum için, yönümü belirlemekte her defasında zorlanırdım. İlk ağartıyı haber almış gibi metalik gövdelerinde iri yazılar olan Amerikan kamyonları üzerlerindeki çiğ damlalarını akıtarak bulvarda görünürdü. New York'un sarı taksileri tek tük ortaya çıkar, caddeyi delice bir hızla geçerlerdi. O sırada Starbuck dükkanının iç ışıkları bir kademe daha aydınlanırdı. Ben hazır ettiğim on dolarlık banknot elimde dükkana girerdim. Güler yüzlü bir günaydından sonra orta boy filtre kahvemi ısmarlardım koyu kahve rengi gözlerinin akları yerinde duramayan kıvırcık kıza. Kahvemin ilk yudumunu yine dükkanın önündeki masaya oturur öyle içerdim. O ilk yudumun damarlarımda tatlı bir sıcaklıkla dolaştığını hissederdim. Tam o sırada gökdelenlerden biri güneşin ilk ışıklarıyla tutuşur, kızıl kıvılcımlar saçarak çevresini de tutuşturmaya başlardı. Özellikle yağmur sonraları bu yangın ıslak yansımalarla sürer giderdi. Ama New York bende hep o sabah kahvesinin ilk yudumu olarak
kaldı.

18 Ocak 2009 Pazar

1955 yılında, "Çağlayan Yayınları" adı altında her hafta bir kitap yayınlanmaya başlamıştı. Cep kitabı boyutlarında, renkli ve parlak kapakları olan bu seri kitapların fiyatı "1 lira"idi. Bunlardan biri de, Refik Halit Karay'ın "2ooo Yılın Sevgilisi" adındaki romanıydı. Ben bu kitabı 1960 yılında Anafartalar Caddesinde eski kitap satan bir dükkandan yarı fiyatına almıştım. Lise ikinci sınıf öğrencisiydim o yıl. 27 Mayıs İhtilali yeni olmuştu. Gazetelerin dergilerin üzerindeki yayın yasakları kalkmıştı. Ben de Erzincandaki köyümüze giderken okumak için yanıma "2000 Yılın Sevgilisini" almıştım. Uzun bir buharlı tren yolculuğundan sonra Erzincan'a indim. Trende okumaya başladığım romanı köyün yamaçlarında inek otlatırken bir çırpıda bitirmiştim. Daha sonra Erzincan çarşısının tek kitapçısından"İnce Memet","Çalıkuşu", Köyün Kamburu" adındaki romanları da alıp köyde okudum. O günlerin şartları içinde gerçekleştirdiğim bu yoğun okuma sonraları bende bir alışkanlığa dönüştü. Aynı yıl köydeki akranlarımla beraber tütün içmeye başlamıştım. Bu iki alışkanlık ömrüm boyunca beni hiç bırakmayacaktı. Ankara'ya dönünce Altındağ kitaplığına üye oldum. Kitaplıkta bulunan batı klasiklerini Tolstoy'dan, Flober'e; Camus'den, Hamingway'e kadar büyük bir tutkuyla okuyordum. Sonra bir gün içimde derin ve güçlü bir yazma isteği doğdu. Gazi lisesinde son sınıftaydım o yıl. Hemen her gün öğlenden sonraları sarı sayfalı kalın bir defteri kolumun altına sıkıştırıp Ziraat Fakültesinin bahçesine gidiyordum. O büyük güzel bahçede havanın durumuna göre bazan çimenlerin üzerine uzanarak, bazan ağaç kanepelerde oturup sarı defterimin sayfalarına hızla yazıyordum. Bu yoğun gayretimin sonucunu hiç farkına varmadan Edebiyat dersinde aldım. Çok titiz bir öğretici olan Firuzan Tekin'in verdiği komposizyon ödevini o yaştaki bir öğrenciden beklenmeyen bir yetkinlikle yazıp önüne koymuştum. Firuzan Hanım "Sen yazar
olmalısın, diyemiyorum delikanlı sana. Hani neredeyse yazar olmuşsun bile." demişti. Ama hocamın güzel dileği tutmadı. Neler olduysa oldu ben yazar olamadım.

14 Ocak 2009 Çarşamba

1970li yılların başlarında, soğuk Mart ayı bir türlü çıkıp gitmiyordu. Ankara'da bir pazar sabahı Radyo binasından çıkıyorum. O günlerde trt eğitim programları hazırlıyordu yaygın eğitim için. Bizi bu yüzden sabahın köründe çağırıyorlardı radyoya.Renkli ispirtoyla basılmış teksir kağıtlarını müzik ve efekt desteğiyle sayfalar dolusu okuyorduk. Karşılık olarak bir iki ay sonra kırık dökük bir kaç lira alabiliyorduk. Öte yandan Türkiye'de "enfilasyon"
kelimesi yeni yeni telaffuz ediliyor, ama ne demek olduğu henüz bilinmiyor. Her neyse, Radyo evinin gürül gürül yanan kaloriferli ortamından çıkıp, Mart ayının cam gibi soğuna çıkıyorum. Soğuk bir anda bıçak gibi kesiyor yüzümü. O günlerde taksiye binmek gibi bir lüksümüz yok. Döküntü Belediye otobüsleri ise böyle havalarda mazotları donduğundan çalışmıyor. Ya da çok seyrek geçtikleri için tesadüfe bağlı biniliyordu. Bu durumda Sıhhiye parkına ,oradan da Kızılay meydanına yürümek gerekiyordu. Radyo binasından çıkarken kulaklarımda Fındıkkıran üvetürünün o ünlü melodisi vardı. Özellikle kornoların ön planda olduğu cümleler. Stüdyo kaydı sırasında sahne geçişlerini Fındıkkıran'la yapmış olmalı tonmayster Ertuğrul İmer. Ankaranın cam gibi mart ayı soğuğu ve Çaykovski'nin o lirik müzik cümleleri. Atatürk bulvarı boyunca her solukta duyduğum çivi gibi buz kokusu. O sırada belki de ısınmak isteğiyle canım buharları tüten sosisli sandviçe kaydı. Rus salatası bol acı hardal ve sıcacık sosis. O yıllarda Büyük sinemanın altındaki küçücük bir dükkanda Goralı adında, şişman güler yüzlü bir adam tanıtmıştı sosisli sandviçi Ankara'ya. Dükkan çok dar olduğu için dışarda yenirdi kağıda sarılı sandviçler. Sıcak sosisili sandviçi yerken buharlar fışkırırdı ağzımızdan burnumuzdan. Ama o yıllarda bir tane Goralı sandviç yemek bile lükstü Ankara'da. Göze zor alınan bir fedakarlıktı. Evet, öyleydi. Ama ben kararlıydım bir kilometre yürüdükten sonra Goralı'da o koyu hardallı sandviçi buharına gömülerek yiyecektim. Ama Goralı'nın camları buğulu dükkanına bir kaç adım kala vaz geçtim bu hovardalıktan. Evde üç aylık bir kızım vardı.Ve bir gün önce Apta maması almak için eczaneye girdiğimde mamaya zam geldiğini öğrenmiş, beynimden vurulmuştum. Cebimdeki para çıkışmamıştı zamlı mama için. Neyse ki bakkal Nusret vardı. Radyoda oynadığım tarihi piyeslere bayılırdı bakkal Nusret. Gece seni dinledim derdi. O ne ses be, muhteşemsin sen be. Nusretten bir kaç lira alarak eczaneye gittim. Zaten Nusretin bakkal defterinde iki ay öncesinden biriken şişe sütü, ekmek, sigara ve şarap hesabım vardı.
Bu gün 16 Ocak 2009. Gece televizyonda Fındıkkıran balesini izlerken uyuya kalmışım. Sıcacık oturma odasında Ankara'nın o buz kokan havasını nasıl doya doya soluklandım bilmiyorum.
İlk okuduğum çizgi roman, Pekos Bil adında bir kovboy serüveniydi. Pekos Bil, tabanca taşımayan bir kovboydu. Bu sarı saçlı, mavi gözlü, güleç kovboy silah olarak yalnızca kement kullanıyordu. Bulicinin yan dikişlerinde yürüdükçe uçuşan kalın şeritleri vardı. Pekos Bil'in her koşulda pırıl pırıl duran beyaz bir gömleği ve kalın kemerinin hizasında biten deri bir yeleği vardı. Uzun bacakları kısa konçlu deri çizmeleri üzerinde yaylanarak uçar gibi yürürdü Pekos Bil. Çizgi romanın en sevimli figürü, Deyvi Kroket adında, tavasını, kupasını yanında taşıyan, boğazına düşkün şişman bir tipti. Kadın kahraman Janet ise bu iki erkek figüre bağlanmış, dağda taşta her türlü güçlüğe katlanan güzel bir dişiydi. Kahramanlarımız çoğunlukla Texas'ın geniş coğrafyası içinde at koşturur, serüvenden serüvene atılırlardı. Bazan bu üç kahraman Teksastan çıkıp, Oklahoma ve Misisipi topraklarına taşarlar, büyük hortumlarla, çöl fırtınalarıyla karşılaşırlardı. Çizgi romanın en renkli fonunu Colorada kanyonu ve karlar içndeki Rocky dağları oluştururdu. Özellikle dağlardan toplanarak akan suları pırıl pırıl ırmaklar ve onların gölcüklerinde sıçrayan alabalıklar doyumsuz güzellikteydi.
Ben yıllarca bu çizgi romanla birlıkte yaşadım. Pekos Bil kıyafeti ruyalarıma girerdi. Yaz tatillerinde Erzincan'daki köyümüzde kendimi daha yoğun olarak Pekos Bil olarak duyumsardım.
Gece yıldızların altında dolaşır, buz gibi derelerde ateş böcekleriyle birlikte yıkanır, Erzincan'ın karlı dağlarını seyrederdim. Kırlarda Deyvi kroketin kırık dökük tavasına benzeyen eski bir köy tavasında yemekler pişirirdim.Bütün bunlar 9 ile 11 yaşlarım arasında geldi geçti.
Bu gün 13.Ocak.2009 . Tv'de eski bir kovboy filmi seyrettim.